GEREKSİZ KILMAYA ÖNCELİK

Sosyal güvenlik sistemimiz, tazmin edici bir mantıkla oluşturulmuştur. Kesilen primler; yıpranan sağlığı, bedeni, ruhu onarmay yöneliktir; yıpranmamasına değil. Hastalıkların ve kazaların sonuçlarına karşı sigortalar oluşturulmuş, tedavi edici hizmetler öne çıkarılmıştır. Oysa ki mesleki ya da değil; birçok hastalığın ve kazanın önlenmesi olanaklıdır. Etkin bir planlama, eğitim ve koruyucu hekimliğin geliştirilmesi; sağlığın bozulmasını büyük ölçüde önleyici niteliktedir ve tazmin etmeye yönelik dev boyuttaki harcamaları gereksiz kılmaktadır. Ağır iş yükünden ve uzun yıllar süren olumsuz çalışma koşullarından kaynaklı bedensel ve ruhsal yıpranmaya özür olarak erken emeklilik (mezardan önce ama hastanede emeklilik) gündeme gelmektedir. Oysa ki yaşa, sağlık durumuna ve beceriye göre ayarlanacak iş yükü ve içeriği, sağlıklı-güvenli çalışma koşulları; ruhsal ve bedensel yıpranmayı azaltacaktır. Önemli olan bozulan sağlığı tazmin etmek değil; sağlığın bozulmasının önüne geçerek tazminatı gereksiz kılmaktır.

Bu yaklaşım, SSK’nın çekirdeğini oluşturan İşçi Sigortaları Kurumu’nun kuruluşunu izleyen yıllarda iyice ağırlığını hissettirmiş ve “sosyal devlet” olgusu ile giderek bağlarını koparmıştır. Yalnızca tazmin edici yaklaşım, risk gruplarına ve bu risklerin kurbanlarına karşı başka sosyal politika seçeneklerini hesaba katmamaktadır. Sözgelimi, belli bir süre prim ödeyeni “emek”li etmekte, ama “emeklilik” olgusu ile “yaşlılık” olgusu arasındaki köprüyü kopardığı için, yaşlılara yönelik diğer sosyal politika atılımlarına arka çıkmamaktadır. Buna karşın, yaşlılara yönelik sağlık-sosyal hizmetlerin geliştirilmesi, “tazmin” ile yükümlü olan sosyal güvenlik yapıları üzerindeki yükü de azaltacaktır. Aynı örneği, meslek hastalıklarının önlenmesi konusunda da kullanabiliriz. Meslek hastalıkları tamamen önlenebileceğine göre, bu konuda kapsamlı ve etkin sosyal politika programları uygulamaya konulduğunda, onu “tazmin” edecek yapının varlığı da gereksizleşecektir.

“Gereksiz” kılıcı etkinlikleri arttırmanın yolu, sosyal güvenlik ile sosyal devlet arasındaki köprünün kurulması ve geliştirilmesidir.

BİREYSEL DENETİMDEN TOPLUM ÖRGÜTÜNE

Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı : 26 Yıl : Mayıs Haziran 1996

“Sana ne yapıldığı değil,

senin buna karşı ne yaptığın önemli.”

( Melih Cevdet Anday , “Mikadonun Çöpleri” )

Bugün ülkemizdeki sancıların en büyüğü, bireysel denetimin cansızlığıdır. Birey adına hareket ettiğini söyleyen örgütler, vekiller vs. aslında kendi istem ve özlemlerini ağırlıkla dile getirmektedirler. Bunu yaparken, toplum psikolojisi, iletişim hileleri ve beyin yıkama yöntemlerinden de sıklıkla yararlanmaktadırlar. Bu aldatmaca, yönetsel yapıların bireylere daha da yabancılaşmasını getirmektedir.

Katılımın arttırılması, bireylerin yönetimde söz ve karar sahibi olması vb temalar sıklıkla işlenmeye başlanmıştır. Bunun nedeni, yukarıda sözünü ettiğimiz yabancılaşmadan duyulan rahatsızlıktır. Ama bireye katıl demekle olmuyor; katılınca da bireysel denetim kurulamıyor.

BİREYLER ve RİSKLER ARASINDAKİ AYRIMCILIĞA SON

Dünyada, sosyal güvenliğin bir sistem olarak ortaya çıkışı, devletin ekonomik yaşama müdahalesi ile eş zamanlıdır. “Sosyal Politika”, “Sosyal Güvenlik”, “Sosyal Hekimlik”, “İnsan Hakları” gibi kavramların eş-zamanlı olarak ortaya çıkmaları rastlantı değildir. Bu dönemde, insan hakları hareketinin doruğa çıkması, kendisini sürekli yenileyen belgelerle karşımıza gelmesi ve bu haklar demeti içinde “sosyal güvenlik”in de yerini almış olmasına da dikkat edilmelidir. Sağlık ve çalışma alanındaki girişimlerin uluslararası düzlemde yankı bulması, uluslararası sözleşmelerle, giderek bir “uluslararası ortak norm”lar üzerinden denetleme çabalarının da aynı zamana denk gelmesi de anlamlıdır. Rastlantı olmayan, gözden kaçırılmaması gereken, anlamlı olanların listesi, daha da uzatılabilir. Bunlarının tümünün biraraya gelmesi doğal olamayacağına göre, altlarında bir ortak payda aranması gerekmektedir.

Ortak payda, “insan haklarına saygılı, demokratik ve laik” olan “sosyal devlet”in, bireyin yanında yeralmasıdır. Bu payda ortadan kaldırıldığı zaman, tüm hakları birbirinden koparmış ve tek başına (ve güçsüz) bırakılmış olur. Ülkemizde bugün yaşadığımız sosyal güvenlik krizine bir de bu çerçevede bakalım.

YAŞAMA VERİLEN DEĞER

Sosyal güvenliğin temelini, insan yaşamına verilen değer oluşturmaktadır. Çünkü, insana değer verilmeyen bir ortamda, onun güvence altına alınmasının da anlamı tartışılır. Bunu, intihar eden idam mahkumunu, tedavi edip, sağlıklı hale dönüştürdükten sonra idam etmenin anlamsızlığına benzetebiliriz. Bir başka anlamsızlık örneği: Önce dövülüp sonra tedavi edilmesi; ölürse, bakmakla yükümlü olduklarına tazminat verilmesi…

Bu kavramın en çok konuşulduğu zaman, kişilerin toplumdaki çarpıklıklara karşılaştıkları ve bunun onların “kurdukları düzeni yıktığı” zamanlardır. Sözgelimi, bir trafik kazası sonrası, gerek kazanın oluş biçiminden gerekse acil yardım-kurtarma etkinliğinin başlatılmasından kaynaklanabilir. Diğer bir deyimle, kişilerin pisi pisine öldükleri ya da ağır yaralandıkları durumlarda, insan yaşamına değer verilmediği anımsanır. Aynı “an”lar, sosyal güvenliğin (toplum güvencesinin), çoktan devreye girmiş olduğu ve ilgisini daha uzun süre devam ettireceği “an”lardır.

Yeni Toplumsal Hareketler ve Hükümet-dışı Örgütler (NGO)

Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı : 55    Yıl : Mart Nisan 2001

Sosyal Hareketlere Yaklaşmak:

Sosyal hareketleri ele almak bizi öncelikle bu hareketlerin neden önemsendiği sorununa götürür. Sosyal hareketler teorisinin gelişiminde en belirgin husus artık sadece sınıf temelli toplumsal kurtuluş düşüncesinin yeterli görülmemesi hatta kimi yaklaşımlarda bunun terk edilmesidir. 20.Yüzyıl boyunca toplumsal çatışmaları sadece emek ve sermaye ikilemi içinde ele almanın yetersiz olacağı düşüncesi hiç gündemden düşmedi. Buna göre, bağımlılık ilişkilerinin artarak uluslararası düzeyde kurulduğu yapıda, bu bağlılık zamanla çok hassas duyarlılığa sahip olmaya başlamıştır. Kapitalizmin ulaştığı enformasyon teknolojisi devrimi emeğin merkezileşmesini parçalayan unsurlar taşırken, nüfuz ettiği alanlarda duyarlılık gösteren sosyal zıtlıkların sayısını ve ölçeğini artırdı.1 İşsizlik, çevre, barış, kadın, insan hakları vb. konular uluslararası gelişmelere çok duyarlı küresel sorunlar haline gelmeye başladı. İşte bu süreçte sınıf aidiyeti taşımadığı belirtilen insan hakları, feminism, ekolojik denge, barış yanlısı, işsizlik ve nükleer karşıtı sosyal hareketlerin toplumsal bir güç olarak gündeme geldiği gözlenmektedir.

Cinselliğin Ticarileşmesi: Küresel Sömürünün Yeni Boyutu

21. yüzyılla birlikte insanoğlu, küreselleşme olarak da adlandırılan süreçle birlikte sosyal ilişkilerin; ekonomik, politik, kültürel ve ideolojik (zaman- uzamsal) boyutunda tahmin edemeyeceği büyük değişimlerle karşı karşıya kaldı. Sosyal ilişkiler arasındaki bu hızlı değişim, devletin gerek yerel gerekse küresel olarak ekonomide aktör olarak oynadığı birincil rolün etkinliğinin azalttı. Piyasanın küresel güçler tarafından yeniden yapılandırılması; tüketimin ve yaşam tarzı düşüncesinin toplumla bütünleşmenin yolu olarak kullanılmasına yol açtı. Bu noktadan baktığımızda, üretim sürecinin sadece meta üretimi ile ilişkili bir süreç olmaktan daha çok, sürekli olarak yeni tüketici ihtiyaçları yaratmayı sağlaması gerekmektedir. Üretim; şeylerin, biçimlerin ve tüketim ihtiyacının küreselleştirilmesi anlamına gelmektedir. Tüketim; yeni üretim süreci için ihtiyaç yaratarak, piyasanın küreselleşmesine ve tüketici davranışlarının değişmesine aracılık etmektedir. Piyasa, temel işlevini, çeşitli ürünleri ve tüketim mallarını tüketiciler için uygun hale getirecek stratejileri ortaya koyarak göstermektedir. Yaşadığımız tüketim toplumunda; bireyciliğin öncelikli olması ve bireylerin sınırsız tüketim peşinde koşarak haz alma ve aldıkları hazzı süreklileştirme istekleri; piyasanın, cinsel hizmetleri de kapsayan servislerin satımını, yaygınlaştırılmasını, çeşitlendirilmesini ve sermayenin isteklerine göre uygun hale getirmesini kolaylaştırmaktadır. Seks sektörü, – piyasanın çeşitli sosyal sınıfları ve farklı tercihleri hedefleyen ürün çeşitliliğinin varlığı ile birlikte müşterilerinin değişen dünyevi zevklerine uygun çözümleri ürettiği sürece; küreselleşen dünyamızda, küresel sermayenin krize girmemek ve girdiği krizi aşmak için geliştirdiği önemli bir yol olarak kalmaya adaydır.

Yeni Çağın Bilgi Teknolojileri ve Gönüllü Örgütler Üzerindeki Etkileri: New York ve İngiltere’de Yapılan İki Araştırmadan Özetler

(Yayına Hazırlayan : Erdem İlgi Akter)

Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı : 67     Yıl : Mart Nisan 2003

Hepimizin bildiği gibi, 80’lerde büyük bir ivme kazanan ve 90’larda altın çağına tanık olduğumuz, bilgisayarlaşma çağı, bilim çağı ya da bilgi toplumu gibi isimlerle andığımız evrensel süreç, teknik boyutlarıyla sadece iletişim ve bilgi alışverişi odaklı süreci hızlandırmakla kalmamıştır. Aynı zamanda, sosyal ve ekonomik boyutlarıyla, birey-toplum-devlet üçgeninde gerçekleşen yapısal değişim tartışmalarına da büyük ölçüde yol açmıştır. Bu değişime bakış açıları çok yönlüdür. Kimilerine göre bir devrim, kimilerine göre küresel demokrasi için yegane anahtar, kimilerine göre ikinci bir aydınlanma çağına yol açacak olan temel zemin, kimilerine göre ise kapitalist sürecin acımasız yüzünün ve sömürü düzeninin, daha sanal hale gelen hiyerarşiler ağı içerisinde, devamı ve yeniden üretimidir. Uzlaşmaya varılan en temel nokta ise, “bilgi teknolojileri”nin (BT), iletişim temeline dayanan her türlü ilişkinin ve işin yürütülmesinde büyük değişimlere yol açtığıdır. Bu değişim ve devam ikiliği içerisinde, meselenin ekonomik-yapısal boyutu ve teknolojik-iletişimsel boyutu olmak üzere iki temel boyutu vardır. Gelişmişlik-az gelişmişlik çıkmazı ve küresel ekonominin hep yeniden ürettiği yapısal eşitsizlikler bağlamında bilgi teknolojilerin değerlendirilmesini bir kenara bırakacak olursak, teknolojik-iletişimsel boyut, dağıtılmış iletişim sistemi (decentralised communication system) temeline dayanmaktadır (Poster, 1997). Yani, teknolojik-iletişimsel boyut açısından, değişimin iki ayağı vardır: 1. Sorumluluğun Dağıtılması (Decentralisation) 2. İletişim sistemi konusunda getirdikleri.

ÇALIŞMA YAŞAMI VE REFERANDUM

(SKY TÜRK TV – 8 Eylül 2010 Saat 20.00 – Referandum Özel Yayını)

12 Eylül 2010’da yapılacak olan Referandum, TC Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hk Kanunu (07.05.2010 tarih ve 5982 sayılı) yaşama geçirmeyi amaçlamakta. Her bir maddesi ile çalışma yaşamı arasında bağ kurmak olası. Onun için de, içerisinde cımbızla bazı maddeleri tartışmak yerine bütününe bakmak gerekmektedir.

Değiştirilen ve hepsine birden ya EVET ya da HAYIR dememiz beklenen maddeler ne yazık ki eşit ağırlıkta değil. Bu elma ile armudu birbirine karıştırarak tartmaya benziyor.

Anayasa değişikliğini bu şekliyle onaylayan TBMM çoğunluğunun bir OLMAZSA OLMAZ olarak gördüğü maddeler var. Bir de KONULSA DA OLUR KONULMASA maddeler.
Bunu biraz açmak istiyorum.

OLMAZSA OLMAZ MADDELER, aslında, bu zorlu uğraşa girişilmekteki asıl amaçtır. Bunları nasıl anlayacağız. Bu maddeler, kanunun sonuna eklenen geçici maddelerde kendini göstermektedir. Geçici maddelere bakarsak,

REFORM TRAJEDİSİ: Ulusal ve Toplumsal Tehdit

Türkiye bir reform trajedisi yaşıyor. Bu süreç son çeyrek yüzyıldır sürüyor. Son yıllarda ise reform, yönetim sistemini yeni bir duruma ve yeni bir biçime sokmaya çalışan yasalarda somutlanıyor. Getirilen değişiklikler, ulusal çıkarlara ve toplumun genel yararına aykırı içerikleriyle büyük bir endişe kaynağı haline gelmiş bulunuyor.

Yaşanan gerçekten de tam bir trajedidir. Trajedi, sözlüklere göre eski yunancadan ve ‘facia, ağlatı, musibet’ anlamına gelen bir sözcük. Ama bu özel tür bir faciadır. Kastedilen deprem ve sel gibi doğal afet kötülükleri değil, ‘insanların yine insanlarca sorumsuz bir şiddetle yok edilmesi’ne ilişkin kötülüklerdir. Reform da yabancı bir sözcüktür; sözlükler bunun kökünü latinceye bağlarlar. Türkçesiyle ‘düzeltim’ diye bilinen reform yoğun değer yüklü haldedir: Sözcük ‘daha iyi duruma getirmek, iyileştirmek’ diye kavranır. Sözcük takımını Yunanca ve Latinceden alıp kullandığımız Türkçeye çevirirsek, ‘reform trajedisi’nden söz etmek, ‘iyileştirme musibeti’ diye kendi içinde oldukça çelişkili bir şeyden söz etmek demektir. Ülkemiz son çeyrek yüzyıldır bir ‘iyileştirme musibeti’yle başa çıkmaya çalışmaktadır.