SOSYAL BARIŞIKLIĞIN TUTKALI : SAĞLIK

Yeni Türkiye Dergisi Sağlık Özel Sayısı  s. 312-320  Yıl: 2001

Tek tek hastalara bakmanın getirdiği çok önemli bir risk vardır; o da ağaçlara bakarken ormanı gözden kaçırmaya benzer. Hastalar ve yakınları sizi sürekli olarak kendi özel alanlarına çekmeye, acılarını paylaşmaya ve dertlerine birey düzeyinde çareler ürettirmeye çalışırlar . Kendileri açısından son derece haklı olan bu durum, olayın toplumsal boyutunu gözden kaçırmamıza neden olmamalıdır.

Ancak sağlıklı insan, sağlıklı ilişkiler kurar. Hasta ve yakınının tüm düşüncesi, “yakıcı” olan kendi hastalıkları üzerinde yoğunlaşmıştır. Sözgelimi, bir hastanın “ülkenin sağlık hizmetleri sunumunun uzun erimli etkinleştirilmesi programı” ile uğraşacak ne hali vardır; ne de bekleyesi. Bu işle ancak sağlamlar uğraşır. Sağlık alanında kafa yoracak ve planlama + eylem sürecine katılacak “sağlıklı” birey sayısının fazlalığı başarıyı etkileyecektir.

Çağdaş Sağlık Anlayışı

Hastalık herkesin kendi sorunu mudur?

Ya da bu soru şöyle de sorulabilir : Her hastalıktan yalnızca kişinin kendisi mi sorumludur ?

Bu soruya sağlığı tanımlayarak yanıt veren Dünya Sağlık Örgütü şöyle diyor : “Sağlık bedensel, ruhsal ve sosyal yönden iyilik halidir”. Bu tanımı “herkese sağlık” diyen 224 sayılı Sağlıkta Sosyalleştirme Hakkındaki Yasamız da benimsiyor.

Demekki bedensel, ruhsal iyilik halinin bir de sosyal çerçevesi var. Bedensel ve ruhsal iyilik halinin ön koşullarından biri onun sosyal çerçevesinin de olumluluklar taşıması…

Gerçekten de 20.yüzyılın sağlık anlayışına adını veren “çağdaş hekimlik” felsefesi, kişinin çevresiyle birlikte ele alınmasını öneriyor ve sağlığı yalnızca hastaların değil, sağlam-hasta herkesin sorunu olarak görüyor. Bir başka deyişle, soruna tümelci (holistik – bütünsel) yaklaşıyor : “Koruyucu, tedavi edici ve rehabilite edici hizmetleri de bir bütün olarak görüyor”.

Ülkemizde sosyal hekimlik felsefesinin kurucularından Prof.Dr.Nusret H.Fişek, sağlığı bir politikalar mozayığı olarak tanımlarken, onun çok bilimli karakterine ve takım oyununa dikkat çekiyordu. Koruyucu hekimliği baş tacı ettiğiniz andan başlayarak, sağlamlara yönelmeye ve onların desteğini almaya ve “hastalık ya da kaza” çıkmadan önlemeye çalışırsınız. Bu sağlığın daha da sosyalleşmesine, yani toplumla bütünleşmesine ve sosyal karakter kazanmasına yol açar.

Hastalıkları önlemek tek başına kişinin ya da ailesinin başaracağı bir hedef midir ? Çok küçük ölçeklerde evet (kapısının önünü temiz tutmak gibi). Ama musluğundan akan suyun temizliğine, fırından yediği ekmeğin mikroplardan arınmışlığına, yanı başından akan derenin kanalizasyon ya da kimyasal atıklardan arınmışlığına kişi tek başına nasıl sağlayabilir?

Kendi çevresini sağlıklı kılmada kişiye çok görevler düşer; ama, sosyal örgütün bir bireyi olarak ve bir mücadelenin parçası olarak. Onun için koruyucu sağlık hizmetlerinden söz ettiğimiz andan başlayarak sosyal hareketlilik ögesinden onu soyutlayamayız.

Yine 20.yüzyılın bir özelliği bu noktada anımsanmak zorunda. Geçen yüzyıla, “insan hakları” damgasını vurmuştu. “Sağlık hakkı” , “sağlıklı yaşam hakkı” da tüm insan hakları belgelerinin önde gelen köşe taşlarından biri… Demekki, kişinin toplumdan “sağlığı” ile ilgili olarak bekledikleri var. Demekki bazı atalarımızın söylediğinin tersine “her koyun kendi bacağından asılmıyor” ; bazı atalarımızın söylediği gibi “bir elin nesi var, iki elin sesi var”.

Çağdaş hekimlik anlayışını, geleneksel hekimlik anlayışından ayıran en önemli fark, geleneksel hekimlik anlayışının, hastalık baş gösterdikten sonra devreye girmesidir. Tıpkı sosyal güvenlikte Bismarck’ın tazminci sosyal sigorta yaklaşımı gibi (araba devrildikten sonra yardım eden çok olur). Bu farkları bir tablo halinde gösterelim.

TABLO 1

Çağdaş ve Geleneksel Hekimlik Anlayışları Arasındaki Farklar

Konular Toplum Hekimliği Görüşü Geleneksel Görüş
Hizmet edilen kişi Kişiye hem sağlıklı hem hasta iken hizmet etmek Kişiye hasta iken hizmet etmek
Hizmetin kapsamı Koruma, tedavi ve rehabilitasyon Tedavi ve rehabilitasyon
Hizmet edilen kişiyi değerlendirme Kişi fizik, biyolojik ve sosyal çevresi ile bir bütündür. O çevresinden soyutlanamaz Kişi, hastane veya muayeneha-neye gelen ve hastalığını tedavi ettirmek isteyen bir hastadır.
Hastalıkların nedeni Biyolojik ve sosyal nedenler Yalnız biyolojik neden
Teşhis ve tedavi hizmeti Gerekiyorsa, çok görülen ve öldüren hastalıkların teşhis ve tedavisi hizmetini özel eğitim görmüş ve hekim olmayan sağlık personeline yaptırmak Hastalık teşhis ve tedavisinin yalnız hekimlere hasredilmesi
Hizmet sunma Sağlık hizmetini herkese götürmek Hastane veya muayenehaneye başvuranlara hizmet etmek
Hastalıklardan korunma Öncelik alır Özel hallerde ve sınırlı uygulama
Kaynak tahsisinde öncelik Sınırlı olan kaynakları en çok görülen ve öldüren ve sakat bırakan hastalıklardan kişileri koruma ve hastalıkların tedavisinde kullanma Teşhis ve tedavisi zor hastalıkların tedavisi için çok nitelikli kişiler yetiştirmek en yüksek standartta teknoloji sağlamak
Toplumsal kavram ve planlama Toplumdaki sağlık ile ilgili olayları sürekli objektif olarak gözlemek ve bu gözlemlere dayalı, sosyo-ekonomik kalkınmanın bir parçası olan bir plan çerçevesinde hizmetleri geliştirme Yoktur.
Örgütlenme Çeşitli meslek mensuplarının oluşturduğu küçük ekiplerin birbirini tamamladığı ve desteklediği ülke çapında bir ekip hizmeti Tek bir hekimin hizmeti olabilir. Ekip kavramı, genellikle, hastane duvarlarını aşmaz.

SORU 1 : Yukarıdaki tabloya bakarak, ülkemizde, sağlık hizmet sunumunda egemen yaklaşımın hangisi olduğunu söyleyebilir misiniz ?

  1. Çağdaş hekimlik yaklaşımı
  2. Geleneksel hekimlik yaklaşımı

Yalnızca hastalananlara yönelik ve “yıldız oyuncu” (yani süper hekimler) anlayışını benimseyen hekimlik yaklaşımı, 19.yüzyılda kaldı. Çünkü o zaman “mikroplar” tanınmıyordu. Hastalıkların önlenebilirliği kavramı henüz yerleşmemişti. Ama 20.yüzyılın bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeleri yalnızca bulaşıcı hastalıkların değil, bir çok hastalığın nedenlerini ortaya çıkararak önlenebilirliğini kanıtlamıştır. 21.yüzyıl da öyle anlıyoruz, özellikle genetik alanındaki atılımları ile koruyucu hekimlik çalışmaları çok daha büyük bir etkinlik ve başarı kazanacaktır.

İnsana Verilen Değer

Kanımca, bu sorunun yanıtı aşağıdaki modelle açıklanabilir : İnsana verilen değerin bileşik göstergesi …

Ülkemizde insanın hiç değeri yok”. Sıkça duyduğumuz bu sözün nedenleri irdelememiz bizi çok farklı açılımlara götürebilir. Onun için olaya şöyle yaklaşmamız gerekir. “Bir insana değer verildiğini nasıl anlayacağız?” “İnsana değer verildiğini ne gösterir?” “İnsana verilen değerin göstergeleri nelerdir?”

Bu kavramın en çok konuşulduğu zaman, kişilerin toplumdaki çarpıklıklara karşılaştıkları ve bunun onların “kurdukları düzeni yıktığı” zamanlardır. Sözgelimi, bir trafik kazası sonrası, gerek kazanın oluş biçiminden gerekse acil yardım-kurtarma etkinliğinin başlatılmasından kaynaklanabilir. Diğer bir deyimle, kişilerin pisi pisine öldükleri ya da ağır yaralandıkları durumlarda, insan yaşamına değer verilmediği anımsanır. Aynı “an”lar, sosyal güvenliğin (toplum güvencesinin), çoktan devreye girmiş olduğu ve ilgisini daha uzun süre devam ettireceği “an”lardır.

Yaşama verilen değerin böylesi “an”lık değerlendirmelerin ve kişiselleştirmenin ötesinde, sistemli bir biçimde değerlendirilmesi gerekmektedir. Onun için de yaşamı sorgulamak ve kişinin en çok gereksinme duyduğu ögeleri saptamak gerekmektedir. Bunları Maslow, temel fizyolojik gereksinmeler olarak nitelemektedir. Yeme, içme, barınma, sağlık vb olmazsa olmaz gereksinmelerdir; ivedilikle karşılanmaları gerekir. Bunu izleyen basamak iste, bu vazgeçilmez gereksinmelerin güvence altına alınmasıdır.

İşte bu iki gereksinme basamağından yola çıkarak, yaşama verilen değerin bileşik göstergesi olarak önerimiz şudur :

TABLO 2

İNSANA VERİLEN DEĞERİN BİLEŞİK GÖSTERGESİ

insana verilen değerin bileşik göstergesi

Bu altıgenin zemininde demokrasi vardır. Çünkü demokrasinin gelişmesine koşut olarak, sıraladığımız diğer alt göstergelerin de daha gelişeceği düşünülmektedir. Dolayısıyla, önerinin temel vazgeçilmezi demokrasi ve diğer vazgeçilmezleri de alt-göstergelerdir. Tüm alt göstergeler birbiriyle ilintili olup, ötekini beslemektedir.

İnsan yaşamına değer kattığını belirttiğimiz bu alt göstergeler, aynı zamanda, temel insan haklarını da oluşturmaktadır. O zaman, insan yaşamına değer vermeyle, insan haklarına saygı gösterme arasında da köprü bulunduğuna dikkat çekmeliyiz.

Toplum, kişinin (kişilerin) kazanımlarını, başta yaşaması için vazgeçilmez olan temel gereksinmelerinin karşılanması olmak üzere, güvence altına almak zorundadır. Ancak bu temel üzerinde, kişi (kişiler) kendini geliştirebilir ve toplum için yararlı – verimli olabilir. Hiç kuşkusuz, bunun toplumun bir görevi olmasının önemli bir gerekçesi de, “tek” bir insana değil, “herkes”e bu güvenceyi vermenin zorunluluğudur. Çünkü, “tek” bir kişiye güvence verebilmek hem olanaksızdır ve hem de toplum yönünden anlamsızdır.

Bu model hakların gelişimine yeni yeni altıgenler oluşturulmasına da açıktır. Gelişmenin başlangıç noktası da köşelerden birini oluşturan, “hak arama ve örgütlenme hakkı”dır.

SORU 2 : Yukarıdaki tabloya bakarak, ülkemizde, insan yaşamına ne ölçüde değer verildiğini söyleyebilir misiniz ?

  1. Çok
  2. Az

Öyle anlaşılıyor ki, sağlığı tüm ögelerden bağımsız bir olgu olarak ele almak ve sağlık sorunlarını da tek boyutlu politikalarla çözmeye olanak bulunmuyor. Onun için de sağlık politikaları bir politikalar mozayığı olarak niteleniyor. Ya da diğer bir deyimle sosyal hekimlik politikalarını, sosyal politikaların ayrılmaz bir parçası olarak algılamak gerekiyor.

Sosyal Hekimlik Politikaları

Sağlık ister insan toplulukları içerisinde yer alsın, isterse doğada tek başına başka canlılarla birlikte yaşasın, kişiye bırakılamayacak kadar önemli bir konudur. Topluluğun diğer canlılarını çok yakından ilgilendirir. Hak ve yükümlülükler açısından bakıldığında da bir toplumsal müdahale alanı oluşturur.

Toplum, bireylere bazı haklar tanır ve yükümlülükler beklerken, onların toplum yaşantısına katkılarının da elverişli bir ortam içerisinde gerçekleşmesi için elinden geleni yapar. Bu elverişlilik, başında sağlığı, barışıklığı, demokrasiyi vb içerir.

Bireyin tek başına yapamayacağı mücadeleyi, onun da içinde yer aldığı bir “grupçu çözüm”e dönüştürmek gerekir. Bu “grupçu” çözüm girişimi, yalnızca farklı meslek dallarındaki insanların bir takım oyunu ruhu ile işe sarılmasının yanında; farklı eylem alanlarının da eş-zamanlı ve eş-güdümlü olarak ele alınmasını gerektirir.

Sağlığa sosyal yönünü veren bir çok pencere bulunmaktadır. Biz bu pencereleri, atletizm pistlerindeki kulvarlara benzetiyoruz. Tüm kulvarlarda yapılan çalışmalar tek bir amaca hizmet ediyor : Herkese sağlık.

Bu kulvarlardan bir kaç örnek vererek bu yaklaşımı açıklamak istiyorum:

  1. Nüfusbilim çalışmaları
  2. Yerel yönetimlerin çalışmaları
  3. İnsangücü politikaları
  4. Risk gruplarına yönelik politikalar
  5. Kentleşme ve kentlileşme
  6. Gayri-sıhhi müesseseler ve çevre üzerine çalışmaları
  7. Etik ve insan hakları alanındaki çalışmalar
  8. Bilgi ve teknoloji paylaşımı
  9. İlaç politikaları
  10. Kriz ve afet yönetimi
  11. Toplum kalkınması
  12. Sağlık ekonomisi ve finansman vb.

Her bir kulvar, bir yönüyle “herkese sağlık” ülküsüne hizmet ederken, öte yandan toplumun gereksinmesini duyduğu bir hizmeti de temsil etmektedir. Sözgelimi toplum kalkınmasında, yerel düzeyde çok derinden eksikliği hissedilen temiz su, başta kanalizasyon sistemi olmak üzere atıkların uzaklaştırılması vb sağlık içerikli hedeflerin yanısıra, istihdam oluşturmak, gelir elde etmek vb hedeflere de hizmet edilebilir.

SORU 3 : Yukarıdaki listeye bakarak, ülkemizde, sağlık politikasının bir politikalar mozayığı olarak, bir takım oyunu yaklaşımıyla ve kurumlararası işbirliği içerisinde yürütüldüğü söylenebilir mi ?

  1. Evet
  2. Hayır

Diğer bir örnek “bilgi ve teknoloji paylaşımı”nı, yalnızca sağlıkla sınırlı tutmaya olanak yoktur. Ama sağlık alanındaki yeni bilgilerin ve buluşların toplumla paylaşılması; yeni tanı araçlarının herkesin kullanımına sunulması çok önemlidir.

Sosyal güvenlikle sağlığın ilişkisi

Sosyal güvenlik risklerinden dokuzu evrensel olarak benimsenmiştir.Tek tek bunlara bakıldığında çoğunda “sağlıktan yoksun” oluşla bir şekilde ilişki kurulabileceği ortaya çıkar : Hastalık, iş kazalarıyla meslek hastalıkları, maluliyet, ölüm, yaşlılık, analık … Tümünün sağlıklı bir sonuca ulaştırılması, önlenmesi ya da geciktirilmesi için, tıp biliminin gerekleri doğrultusunda çabalar gösterilebilir.

Bu çabalar, yüklendikleri insancıl işlevin yanı sıra, sosyal güvenlik harcamalarını düşürerek sisteme de büyük katkılar getirmektedir . Tasarruf sağlanan birimlerin daha çok eğitim ve daha çok hizmet için kullanılmasıyla, sistem üzerinde yükü daha da azaltıcı sonuçlarla karşılaşılır.

Toplumun karşı karşıya kaldığı bu risklere baktığımızda, bunlara yönelik koruma programlarının toplum yaşantısında, çeşitli konu ya da proje başlıkları altında ele alındığını görmekteyiz. Sözgelimi, “iş kazaları ve meslek hastalıkları sigortası”na hiç gereksinme kalmaması için yürütülen programlar “işçi sağlığı iş güvenliği” ya da “iş sağlığı güvenliği” adı altında anılmaktadır. Toplumun bulaşıcı hastalıklardan ya da çeşitli genel nitelikli hastalıklardan korunması ve aile planlaması çabaları, kısaca “halk sağlığı” çalışmaları, hastalık sigortası ve analık sigortası üzerinde etkilidir. Maluliyet sigortası kapsamında karşılanan riskler, hem yukarıdaki çalışmalarla ve hem de trafik kazalarının, ev kazalarının vb önlenmesi programları ile kontrol altına alınmaktadır.

O halde, sağlığı da sosyal güvenliğin içinde önemli bir öge olarak ele almak gerekir. Bunun tersi de doğrudur. Çünkü, sosyal güvenliğin varlığı, sağlık araştırmalarının ve hizmetlerinin daha yüksek düzeyde verilmesini; toplumun “iyilik hali göstergeleri”ni daha da geliştirebilecektir.

SORU 4 : Yukarıda sunulan çerçevede, ülkemizde, sosyal güvenlik sisteminin, riskleri önceden görerek, önlemleri aldığını ve “tazmin”atları gereksiz kılacak “sosyal koruma” yaklaşımı ile hareket ettiği söylenebilir mi ?

  1. Evet
  2. Hayır

Risk grupları yaklaşımı

Toplumun, bireylerini karşı karşıya kaldıkları tehlikeler yönünden sınıflaması ve bazı öncelikler oluşturması önemlidir. Yukarıda sıraladığımız risklere ek olarak, toplumda gerek çalışma çevresinden ve gerekse yaşam çevresinden bir çok önemli risk grubu üretmek olasıdır.

Özenle üzerinde durulması gereken risk gruplarından bir bölümü de toplumdaki dezavantajlı ( göre oluşturulmuş olanlardır :

  • Çocuklar (çalışan çocuklar, sokak çocukları, savaşan çocuklar vb)
  • Kadınlar (çalışan kızlar, çalışmayan ve eğitimini sürdürmeyen kızlar, meslek eğitiminden yoksun olanlar, şiddete uğrayan kadınlar, eve verilen işlerde çalışan kadınlar)
  • Yaşlılar (sağlık bakımları özellik gösterenler, muhtaçlık sınırında olanlar, kendi gereksinmelerini karşılayamayanlar vb)
  • Özürlüler (meslek edinmemiş olanlar, iş arayanlar, kendi gereksinmelerini karşılayamayanlar vb)
  • Göçmenler (çalışma, barınma, kaçak çalıştırılmaları, haklarının korunması sorunları vb)
  • Kronik hastalar (alkolikler, sürekli sağlık kontrolu gerektirenler içinde olmak üzere)

Risk gruplarına yönelik yaklaşımlar, yalnızca o risk grubundaki değil, toplumun geri kalan bölümünü de yakından ilgilendirir. Sözgelimi, çalışan çocuklar olgusu, yalnızca onların çocukluklarını yitirmeleri, erken yaşta çalışma yaşamına katılarak sağlıklarının zedelenmesi ve eğitimlerinin cılız düzeyde kalmasıyla sınırlı sonuçlar getirmez. Çalışan çocuk olgusu aynı zamanda toplumun geleceğine de konulan bir ipotektir . Çünkü yetersiz eğitim düzeyinde ve düşük teknolojik olanaklarla üretime alıştırılan yarının büyükleri, ülkenin geleceğinin de düşük teknoloji kullanan küçük atelyelerden oluşacağının habercisidir. Hem ilköğretim okullarında ve hem de çıraklık eğitimi merkezlerinden, toplum fonları kullanarak ortaya çıkan genç emek ögeleri, takım oyunu, örgütlenme ve bilgi toplumu gereksinmelerine de yabancı ve büyük ölçüde kendi işini kurma hevesiyle doludur.

Toplumun tıpkı tüm koruyucu hekimlik çabalarına karşın önlenemeyen hastalıkların tedavisine canla başla yönelmesi gibi, çalışan çocuklar sorununu da tüm ekonomik, sosyal ve kültürel belirleyicilerini gidererek sona erdirene kadar “kısa erimli” çözümler düşünmesi gerekir.

SORU 5 : Özenle korunması gereken bir sosyal risk grubu olan çocuklarının, ülkemizde çalışma yaşamından uzak ve “hedefleri iyi belirlenmiş” ve “işbulma garantisi ile donatılmış” bir eğitim sistemine yönlendirildikleri söylenebilir mi?

  1. Evet
  2. Hayır

Sosyal Barışıklık

“Gözünü dünyaya açan insanın ilk gereksinmesi nedir?” diye sorulduğunda, tek bir yanıt vardır: Soluk almak. Bu doğduğu anda da böyledir, yaşamının her döneminde de böyledir.

İnsan soluk almasına, kalbinin çarpmasına, acılarının sona erdirilmesine vb hep öncelik verir. Bu konuda kendisine yapılan yardımları da asla unutmaz. Onun için de, kendisine yardımcı olanlara karşı yardım duygusu ile doludur (İyilik eken, iyilik biçer). İşte sosyal barışıklığın temeli, en yakıcı sorkunlarında insanların birbirine yardım etmesi ile atılır.

Sosyal barışı sağlayacak bu en güçlü tutkalı neden bilinçli bir politika olarak kullanmayalım.

İnsan hakları belgelerindeki hakların, ilk sırasını “yaşama hakkı”nün alışı bu açıdan da anlamlıdır. Soluk alıp vermede zorlanan, beş duyusunu sınırsızca kullanamayan ya da ağrı çeken insanın dikkati kendi üzerinde toplanır. Kendi dışındakilerin (ötekiler) yavaş yavaş önemi azalmaya başlar. Toplum yaşamına katılımı düşmeye başlar. Onun için hasta kişiyle sosyal çözümler üzerinde konuşmak, uzun erimli programlar yapmak zordur. Çünkü kişinin kendi bünyesi ile sorunu vardır. Kendi iç barışıklığı zedelenmiş ve onarmaya çalışmaktadır.

Sosyal barışıklığın ön koşulu ise, ötekini anlamaya çalışmaktan, kendisini onun yerine koyabilmekten vb geçer.

Buna karşın, bilinçli politikalarla, sağlığın bozulmasının (hastalık, kaza) önüne geçilmesi, toplumdaki üretkenliği, paylaşımı ve sevecenliği arttıracaktır. Sağlığını yitirerek güzelliklerden aldığı paydan olma kaygısı, koruyucu hizmetlere bilinçli bir sahip çıkmayı getirecektir. Koruyucu sağlık hizmetleri kişinin tek başına değil, “grupça” yapacağı işlerdir. O halde bu gelişme, toplumun birbirine yaklaşmasına ve birlikte iş yapmasına dolayısıyla sosyal barışıklığın da güçlenmesine yardımcı olacaktır.

SORU 6 : Hastaların, öncelikle tedavi olabilmek için, hastahanelerde kuyruklar oluşturmaları; bir diğerinden daha önce muayene olabilmek için gece yarılarından sıraya girmeleri ve zaman zaman bu yüzden tartışmaları sık rastlanan bir olgu mudur?

  1. Evet
  2. Hayır

Gönüllü Örgütlerin Sağlık İçerisindeki Yeri

Kurum-dışı insangücü kaynaklarından yararlanmanın, birikim ve deneyimleri aktarabilmenin, eşgüdüm sorunlarını aşabilmenin en kestirme yolu, gönüllü emek ögelerinden yararlanmaktır. Gönüllü emek ögelerini işlevli kılan ise gönüllü örgütlerdir.

Özellikle sağlık alanında, gönüllü olabilmek çok önemlidir. Yalnızca “iş”ini yapmak ve bunu yalnızca “para kazanabilmek amacıyla” gerçekleştirmek, sağlık alanında istenen sonuçların ortaya çıkmasını engeller. Çünkü yapılan iş, büyük ölçüde bir gönül işidir.

Sağlık alanında gönüllü örgütlerin başarılı çalışmalar ortaya koyabilmelerinin ön koşulu buradadır : Sağlık emekçilerinin de hizmeti bir gönül işi olarak görmesi ve toplumun gönüllü ögeleri ile aynı coşku ve sevecenlikle hareket edebilmesi gerekir. Birbirlerine yardımcı olmak ve güçlerinin tükenme sınırında bayrağın bir diğerinden devralmak.

Sağlık alanında gönüllü örgütlerin görmesi gereken bir çok işlev vardır. Bunların başında toplumda “sağlık ve sağlığı koruma” bilincinin yaygınlaştırılmasını söyleyebiliriz. Bu bilincin yaygınlaştırılmasına bağlı olarak kurumlara sahiplenmenin de artması ve sağlık alanında karar süreçlerine aktif katılımın artması amaçlanmalıdır. Bu, birlikte yönetim, sosyal hekimlik ilkelerinin de yaşama geçmesinin koşuludur (“En çok görülen, en çok sakatlayan ve en çok öldürene öncelik vermek”).

Sağlık alanında gönüllü örgütlerin yapacağı çalışmaların önde gelenleri, toplum içindeki çalışmalardır. Ev ve mahalle çalışmalarıyla, sosyal kalkınma ve sağlık arasındaki köprüleri kurmak; kişilerin toplum yaşantısı ile bütünleşmesini ve “imece”yi yüceltmek, gönüllü kuruluşların kazandıracağı sosyal artılardır.

Bütün bunların yanında, hastalananlara ve özürlülere evlerinde, toplum yaşantısına katılmalarında ya da hastaneye gitmelerinde yardımcı olunabilir. Özellikle, tükenme sınırına yaklaşan “yardımcı”ları için bu çaba bir cansuyu gibi gelecektir.

Bütün bu süreçlerin içinde yer alan gönüllü örgütlerin, sosyal politikaların bir parçası olarak görülmeleri ve önemsenmeleri gerekir . Çeşitli mekanizmalarla desteklenmeli ve karar alma süreçlerinin içine alınmalıdırlar. Sistemin felsefesinden sunumuna değin tüm konularda, gönüllü örgütlerin eleştirel yaklaşımlarına gereksinme vardır.

Gönüllü emeği, sağlık çok bilimli bir takım kurulmasına ve nitelikli insangücü gerektiren eylemlerine katkıda bulunabilir. Yalnızca hasta yakınlarının değil, tüm toplum bireylerinin katıldığı örgütlerle, sorunları doğmadan, bu olmazsa doğar doğmaz çözmeye çabalar.

Gönüllü çalışmaların toplumda yaygınlaşması ve gönüllü örgütlerle, sağlık emekçileri arasındaki yoğun işbirliği, hem sağlığın ve hem de toplumda sosyal barışıklığın gelişmesinde çok etkili olur.

SORU 7 : Sağlık gibi yüce gönül ve sonsuz bir hoşgörü gerektiren konuda, gönüllü emeğinin, ülkemizde, sağlık hizmet sunumunda etkili rol oynadığı söylenebilir mi ?

  1. Evet
  2. Hayır

Değerlendirme

Yazıda her bölümün sonunda yer alan 7 soruya verilen yanıtları alt alta sıralayalım.

Verilen her (a) yanıtı için birer puan, her (b) yanıtı için sıfır puan koyunuz. Ortaya çıkan değer

  1. ise ülkemizdeki sağlık hizmetleri ile ilgili değerlendirmeniz ÇOK OLUMSUZ

1-3 ise ülkemizdeki sağlık hizmetleri ile ilgili değerlendirmeniz OLUMSUZ

    1. ise ülkemizdeki sağlık hizmetleri ile ilgili değerlendirmeniz OLUMLU
  1. ise ülkemizdeki sağlık hizmetleri ile ilgili değerlendirmeniz ÇOK OLUMLU.

Benim sorulara verdiğim yanıtlara karşı gelen puanları alt alta koyduğumda ortaya çıkan değerlendirme, ne yazıkki, çok olumsuz.

Sonuç

1920 yılında genç TBMM’nin 3 No.lu yasayla kurduğu Sağlık Bakanlığı, 1930 ve 1961 yıllarında çıkardığı ve bugün bile aşılamayan sosyal hekimlik anıtları “Genel Sağlığı Koruma Yasası (No.1593)” ve “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun (No.224)” ile hiç yakışmayacak bir sonuç ile karşı karşıyayız.

Ama avunacak bazı tutamaklarımız var. Bu iki sosyal hekimlik anıtı yasa da hala yürürlükte. Hala aşılamadı. Kendisini sahiplenecek ve geliştirecek, sosyal baskı gruplarını arıyor. Gitgide artan oranda sosyal hekimlik politikalarından söz ediliyor; Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yüksek lisans düzeyinde bu başlıkla bir ders okutuluyor.

Ama yerinecek noktalarımız da az değil. 1924 yılında Cenevre’de imzalanan ilk Çocuk Hakları Bildirgesi diyor ki: “Çocuk, en özenle korunan değerlerinin, kardeşlerinin hizmetine sunulması gerekeceği duyguları ile büyütülmelidir.” Ne yazıkki, bu hoşgörüyü, bu yüce gönlü insanlarımız birbirlerine gösteremiyorlar.

Hastalığına ya da hastasına, ilgi göremeyen; trafik kazasında, afet ve felaketlerde pisi pisine “canlarını, ciğerlerini” yitirenleri “kendiyle” ve “ötekiyle” barıştıramayız. Ülkemizi ileri götürecek, bilgi toplumuna taşıyacak insangücümüz ne yazıkki, birbirine güvensiz, dayanışmadan uzak.

1920’lerden başlayarak Sağlık Bakanlığı’nın, “en çok görülen hastalıklarla” (verem, sıtma, trahom vb bulaşıcı hastalıklar) savaşarak, o güne değin ihmal edilmiş Anadolu’ya el uzattığını görmekteyiz. 224 sayılı yasanın 1963’te sosyal dışlanmışlığın en çok yaşandığı, kırsal alanlardan ve doğu-güneydoğu anadolu bölgesinden başlatılmış olduğunu anımsar ve bunun bilinçli bir yönetim seçimi olduğunu vurgularsak, “sosyal barışıklık ile sağlık” arasındaki ilişkinin keşfinin yeni olmadığını da görürüz.

Tek tek bireylerden toplum örgütlerine, tek tek uygulayıcılardan karar-alıcılara kadar, herkesin sosyal barışıklığı amaçlayarak, sosyal hekimlik politikalarına ağırlık vermesi yalnız bir “başkası” ile değil, “kendisi” ile barışabilmesinin de önkoşuludur.