Salgın Koşullarında Market İşçilerinin Sağlığı ve Güvenliği: Karşılaştırmalı Bir Çalışma

Giriş

Covid-19 pandemisi sürecinde çalışmaya devam eden birkaç sektör çalışanı içerisinde market işçileri de yer alıyor. Market işçileri diğer sektörlerden farklı olarak hem birbirleri ile hem de markete gelen müşterilerle fiziki temasın yoğun olduğu/olabileceği ortamlarda çalışıyorlar.  Bu tür bir çalışma ortamı farklı sorunların yaşanma olasılığını da artırıyor. Market işçilerinin Covid-19 ile enfekte olması, sadece kendisi için değil, çalışma arkadaşları, ailesi ve markete gelen tüm müşteriler için riskler yaratır. Buradan hareketle, market işyerlerinde çalışanlara yönelik alınacak önlemlerin bireysel değil, aslında toplumsal bir nitelik taşıdığını söyleyebiliriz.

Bu çalışma Covid 19 sürecinde market işçilerinin çalışma koşulları ve işyerlerinde işçilerin sağlığını korumaya yönelik alınan önlemleri konu edinmektedir. Türkiye’de pandemiye ilişkin tartışmalarda temel/yaşamsal işleri yapan işçilerin sağlık ve güvenliğine yeterince önem verilmediği görülmektedir. Bunun bir yansıması olarak Türkiye’de market işçilerinin işçi sağlığı güvenliğini odağına koyan bir çalışma da bulunmamaktadır. Esasında benzer bir eğilimin dünyada da söz konusu olduğu söylenebilir. Bu alanda az sayıda çalışma vardır. Bunlardan biri de İrlanda’nın Mandate sendikasının araştırmasıdır[i]. Bu çalışmada Mandate sendikası tarafından gerçekleştirilen anketten yararlanılarak Türkiye’deki market işçilerini korumaya yönelik alınan sağlık güvenlik önlemleri ile taleplerinin analizinin yapılması amaçlanmaktadır. Bu amaçla öncelikle çalışmanın yöntemi hakkında kısa bir bilgi verildikten sonra bulguların analizi yapılacaktır.

Yöntem

Verilerin derlenmesinde 6 soruluk kapılı uçlu anket formu ve derinlemesine mülakat tekniklerinden yararlandım. Anket soruları Mandate Sendikasının İrlanda’da market çalışanlarına uyguladığı anketin Türkçeleştirilmiş halidir. Böylece, marketlerdeki çalışma koşulları ve alınan önlemlere ilişkin, ülkeler arası karşılaştırmaya uygun bir veri derlenmesi amaçladım.

Anket formunu online bir platform üzerinde hazırlandım. Öncelikle tespit edilen market işçileriyle yüz yüze görüşmeler yaptım, daha sonra bu görüşmelerden çalışanlardan elde edilen e-posta ve telefon gibi iletişim kanalarından kendilerine on-line anket formu gönderdim. Bununla birlikte, sosyal medya hesapları kullandım. Kimi zincir marketlerin hem firma düzeyinde hem de farklı firma çalışanlarının bir araya gelerek kurdukları ve deneyimlerini paylaştıkları Facebook grup sayfalarına kayıt olup, anketleri bu gruplardan market çalışanlarıyla paylaştım.  25 Nisan – 7 Mayıs tarihleri arasında bu şekilde toplam 205 market çalışanına ulaştım. Ayrıca 10 market işçisi ile derinlemesine görüşmeler gerçekleştirdim.

 

Bulgular

  1. İşyerlerinde koruma önlemlerine ilişkin önlemler yaygın bir şekilde ihlal ediliyor

 Pandemide en önemli tehlikenin çalışanların enfekte olması olduğunu ifade edebiliriz. Burada kritik olan ise marketlerde alınması gereken önlemlerin sadece çalışanlara değil, müşterilere de yönelik olmasıdır. İşyerinde alınan önlemlerin düzeyi Mandate verileri ile kıyaslaması aşağıdaki tabloda gösterilmiştir.

Grafikten Türkiye’deki market işçilerine yönelik alınan önlemlerin İrlandalı market işçilerine kıyasla daha kötü olduğu açıkça görülmektedir. İrlandalı market işçilerinin yaklaşık yüzde 83’ü alınan önlemlerin iyi ve üstü düzeyde olduğunu düşünürken, Türkiye’de ise tam tersi bir durum söz konusu ve ankete katılan market çalışanlarının yaklaşık %80’i alınan önlemlerin yetersiz olduğunu düşünmektedir.

Anket verileri, başta sosyal mesafe ve kalabalık kontrolü olmak üzere pandemiyle mücadelede ve işçi sağlığı alanında pek çok önlemin yaygın bir şekilde ihlal edildiğini göstermektedir. Aşağıdaki Grafik-2’de sorunun sadece Türkiye’de değil, İrlanda’da da market işçileri tarafından en çok dile getirilen sorun alanı olduğu görülmektedir.

Her iki ülkede de market içinde alınması gereken diğer önlem ve işçilere verilmesi gereken koruyucu donanımlara dair verilerinde benzer oranlarda çıkması dikkat çekici. Maske, eldiven, gözlük, koruyucu kalkan ve siperlik gibi kişisel koruyucu donanım temini yetersizdir. Farklı olarak, Türkiye’de çalışanlara el dezenfektanının yeterli düzeyde dağıtıldığı görülüyor.

Doğrudan müşterilere yönelik alınması gereken önlemler arasında olan kullanılan arabaların ve sepetlerin yeterince sterileze edilmediği de dile getirilmiştir. Bu aslında virüsün müşteriler arasında yayılmasına doğrudan etki eden ve önemsenmesi ve önlem alınması gereken bir konu. Bu sorunun İrlandalı market işçileri tarafından daha çok dile getirildiği grafikte görülmektedir.

Gerekli önlemlerin alınması kuşkusuz sadece el dezenfektanının ve maskenin dağıtılması olarak görülmüyor. Örneğin koronavirüse dair bilgilerin yanı sıra işçi sağlığı ve güvenliğine yönelik özel Covid-19 eğitimlerinin verilmesi gerekli. Diğer yandan risk analizlerinin yapılmış olması da önemli kuşkusuz.

“Bizlere maske ve dezenfektan dağıttılar”

“Bize koruyucu olarak maske ve dezenfektan dağıttılar”

“Bize koruyucu olarak maske ve dezenfektan dağıttılar. Bu konuda her hangi bir eğitim verilmedi. Sadece telefonlarımıza bazı belgeler gönderdiler bakalım diye”

“Eğitim derseniz doğrudan salgınla ilgili bir eğitim verilmedi. Bizde Şok Akademi var, oradan bizlere bazı belgeler gönderiyorlar okuyalım diye. Okumaya vaktimiz mi kalıyor sanki”.

“Şirket gerekli önlemleri alıyor gibi ama çalışanlarda bir korku var”.

“Bana göre sağlık çalışanlarından daha fazla riskli çalışıyoruz. Onlar daha çok koruyucu elbise gibi şeyler kullanıyor.  Ancak bize sadece maske verdiler. Eldiven gereksiz diyorlar ve vermiyorlar. Biz gelen her ürünü elimizle temas ediyoruz. Özellikle kasada çalıştığınızda, kağıt ve bozuk paralardan ellerimiz kapkara oluyor; virüs ve mikrop taşıma olasılığı çok yüksek. Nasıl eldiven kullanmayalım. Eldiven vermedikleri için kendi paramızla alıp kullanıyoruz”

“Bize de hastane çalışanları gibi olamasa da, Çin’de görüyoruz market çalışanlarının giydiği kıyafet  gibi koruyucuları bize de onlardan versinler”

Aşağıdaki Grafikte Sosyal mesafe ve kalabalık denetiminin ihlal edildiğini ifade eden işçilerin çalıştığı işyerlerinde alınan önlem düzeyini göstermektedir.

Çapraz verilerine baktığımızda sosyal mesafe ve müşteri kalabalığı denetiminin önlemlerin yetersiz alındığı marketlerde ihlal edildiği görülmektedir.

Sosyal mesafe ve kalabalık denetiminin ihlal edildiğini ifade eden işçilerin yaklaşık  yüzde 88’i yetersiz önlem alınan işyerlerinde çalışmaktadır. Bu veriden hareketle önlemlerin yetersiz olduğu marketlerde market içi denetimin de gittikçe güçleştiğini ifade edebiliriz.

Market içerisinde sosyal mesafeye uyulmadığı yapılan mülakatlarda da dile getirilmiştir:

Maskesiz gelenleri uyarın deniyor; ama içeri almayın denmiyor.  Çok az personelle çalışıyoruz. Biz vardiyada 2 kişi çalışıyoruz. Mal geldiğinde bir kişi onlarla uğraşıyor, birini de kapıya koyamıyoruz ki.  Kimseyi takip edemiyoruz.

“Müşterilere mağazalarda kalma süresi konmalı. Bakıyoruz adam girmiş 45 dakikadır içerde hala maskesiz dolaşıyor. Mağazalara müşteri sınır getirildiğinde müşterilerden fırça yiyoruz.”

Banka ve postane gibi yerlerde sıraya girip bekleyen müşteri, markete gelince aynı sabrı ve saygıyı market çalışanına göstermiyor. Bir de fırça yiyoruz

Müşteriler bir de çok agresif. İçlerinde işini kaybedenler var. Bu iyice gerilimi arttırıyor. Bazı müşteriler ta burnumuzun dibine giriyor.  Zaten personel yetersiz bir de müşteriyi denetlemeye yetişemiyoruz”.

Ankette verilen yanıtlarda da görüldüğü gibi Covid-19 sürecinde market işyerinde çalışan  işçileri korumaya yönelik gerekli önlemler yeterince alınmamıştır. Özellikle market işyerlerinin bu süreçte açık kalması ve yoğun talebin varlığı satış hacimlerini arttırmış ve işçiler, işverenlerine büyük kar elde ettirmişlerdir. Fakat buna karşın, bu işçilere yönelik işçi sağlığı ve güvenliği önlemi olarak da ifade edebileceğimiz Covid-19’a karşı korunma önlemleri çok yetersiz kalmıştır. El dezenfektanı hariç kişisel koruyucu donanımların da yeterince sağlanmadığı tespit edilmiştir.

Diğer yandan, işyerindeki hastalığın yayılmasına engel olmak adına market içerisindekilerin bir birine fiziken uzak durma (sosyal mesafe) kuralının ise marketlerde en çok ihlal edilen kural olduğu tespit edilmiştir.

Market içerisinde sadece çalışanlara yönelik değil, müşterilere yönelik de gerekli özenin gösterilmeği ve müşterilerce kullanılan araba ve sepetlerin temizliği ve işyeri hijyeninin de yeterince sağlanmadığı ankete katılanların verdikleri yanıtlardan görülmüştür.

  1. İşçiler ağır risk altında çalışmalarına rağmen gelir artışı şöyle dursun, kısaltılmış çalışma süreleri nedeniyle, ücret kaybı yaşıyorlar.

Bazı firmaların Covid-19 sürecinde çalışanlarına prim, ikramiye vb. fazla ücret vermeye başladı. Bunun temel gerekçesi bu süreçte karşı karşıya oldukları riski az da olsa tazmin etmek. Örneğin Amazon Covid-19 pandemisi süresince depolarında çalışan işçilerin saatlik ücretlerine 2 Dolar[ii], Sainsbury’s ve  Tesco ise çalışanlarına yüzde 10 ek zam yaptı[iii].

Aşağıdaki grafikte de görüldüğü gibi,  İrlanda da koronavirüs riskinin hüküm sürdüğü koşularda çalışmalarının karşılığında prim ödemesi şeklinde ek ücret aldıklarını ifade eden market işçilerinin oranı yüzde 43 ve bu oran Türkiye verisinin yaklaşık 8,5 katı.

İrlanda’da işverenin ek ödeme dışındaki diğer katkıları ile birleştirildiğinde işçilere yönelik risk ödemesi yapıldığını ifade edenlerin oranı yaklaşık yüzde 86. Türkiye’de ise işçilerin sadece çok küçük bir kısmı (%5) riske karşı ek bir ücret aldığını ifade etmiştir. Buna karşın, yüzde 66 gibi yüksek bir oranda işçi ise hayatları pahasına çalışmak zorunda kaldıklarını bu süreçte kendilerine her hangi bir ödeme veya indirimin yapılmadığını belirtmişlerdir. Diğer bir ifade ile Covid-19 pandemi sürecinde çalışmalarına karşın işçilere risk primi gibi zamlı ücret ödenmemiştir.

Çalışma süresindeki azalmaya karşın tam ücret alanların oranı ise yalnızca %9,36’dır. Azaltılmış çalışma süresine karşın tam ücret aldıklarını ifade edenlerin yüzde 40’a yakını işyerlerinde alınan önlem düzeyini iyi ve çok iyi seviyede değerlendirmiştir. Buradan ücret düzeylerinde bir değişiklik olmayan, diğer bir ifade ile ücretlerini kesintisiz tam alan işçilerin çalışma koşullarının da daha iyi durumda olduğu görülmüştür.  Görüşme yaptığımız bir işçi aynı sorunu “Sokağa çıkma yasağı nedeniyle maaşlarımızda kesinti yaptılar” ifadeleri ile dile getirmiştir. Yani çalışanların bir kısmında ücret artışı bir yana, tüm riskleri alıp çalışmalarına rağmen kısaltılmış çalışma süreleri nedeniyle ücret kayıpları yaşamıştır.

Aşağıdaki grafikte hiçbir katkı almayan işçilerin işyerindeki önlem düzeyleri görülmektedir. % 85’i alınan önlemlerin zayıf ve kötü olduğunu ifade etmiştir.

Market işçilerinin yoğun iş yüküne karşın, yeterli koruma tedbirleri alınmadan çalıştırılması, mülakat yaptığım işçiler tarafından da sıklıkla dile getirilmiştir.

“Bu süreçte iş yükümüz çok arttı. Müşteriler kıtlık olacakmış gibi alış veriş yapıyorlar. Bizim mağaza küçük, biz müşteri azalır derken daha da arttı. Biz normal zamanlarda 5 kişi ile çalışıyorduk. Bu yoğunlukta yeni personel de almadılar”

Virüs sürecinde işin artmasıyla uğraşırken bir de evlere servis hizmeti başladı. Aynı personelle bir de evlere servis yapmak zorunda bırakıldık. Halbuki bu görev tanımımızda yok. Zaten 3 kişiyiz bir de evlere servis çıktı onu da götürünce mağazada işler hiç yetişmiyor”.

Personel yetişmediği için fazla mesai yaptırılıyor. Yıllık 270 saat değil, neredeyse 500 saat fazla mesai yapıyoruz. Diğer mağazalarda arkadaşlarım var; bazı mağazalarda 5 gün boyunca aynı kişilerin 11 saat full çalıştığını ve aç kapa yaptığını ilettiler”.

İşçiler bu süreçte yoğun çalıştırılıyor. Buna karşılık %50 civarında ücret artışı talep ediyorlar.

Grafikte de görüldüğü gibi Türkiye’deki işçilerin ek ücret beklentisi İrlandalı işçilerin beklentisinin iki katı düzeyindedir. Burada iki ülke arasındaki ücret düzeylerini de dikkate almak gerek.

  1. İşçilerin %16’sının çalıştığı işyerinde Covid 19’a yakalanmış bir işçi var.

Yoğun bir tempoda çalışan market işçilerinin virüsle enfekte olması, diğer bir ifade ile virüs nedeniyle hastalanması durumunda ücretlerinin güvence altında olması önemli. Bu süreçte en çok dillendirilen durum ise,  belli semptomları hisseden kişilerin en az 14 gün kendilerini karantinaya almalarına yönelik tavsiyedir. Buna karşın, tavsiye ile evinde kalan ya da hastanede Covid-19 teşhis ve tedavisi sonrası rapor alan işçilerin, işe gidememekten kaynaklı aylık gelirin düşmesini engelleyebilecek bir mekanizma var mı?

Aşağıdaki grafikte, işçilerin Covid-19 kaynaklı evde kalması ya da rapor alması durumunda ücretin tam ödenmesine dair güvenceye sahip olmadıkları görülmektedir. Yanıtlara göre Türkiye’de her 100 kişiden sadece 2’si bu güvenceye sahipken, İrlanda da buna evet diyenlerin oranı her 100 kişiden 25’i; diğer bir ifade ile her dört kişiden birisi ücret güvencesine sahip.

 

Ankete katılan market işçilerinin yaklaşık yüze 60’ı işverenlerinin hastalık ya da izolasyon durumunda ücret gelirlerini garanti edecek bir düzenleme yapmadığı yönünde yanıt verirken, bu oran İrlanda’da Türkiye’nin yaklaşık dörtte biri oranında, yüzde 16 civarındadır.

Çalışanların ek bir ücret güvencelerinin olmaması onları çalışmaya zorluyor. Görüşmeciler de bu yönde görüş bildirdiler.

Ben nasıl çalışayım bu halimle. Hem ‘hamileler ve kronik hastalığı olanlar çalışmasın’ deniyor hem beni işe çağırıyorlar. İş yasası gereği 32. Haftada ayrılacağım doğum iznime daha 1 ay var. Normalde başlamak istemiyorum. Ama işi de bırakamam, borçlarımız var. Ama başlarsam bana ve bebeğime bir şey olur diye çok korkuyorum”.

Mülakat yapmış olduğum işçiler, ayrıca asıl kaygılarının evdeki yaşlılar olduğunu ve zorunlu olarak çalıştığını dile getirdiler.

Kendimizden geçtik, arkadaşlar evdeki ailelerine bulaştırmaktan korkuyor. İş sıkıntısı olmasa burada neden bu salgında çalışayım. Herkes gibi benim de ödemelerim, kredilerim var. Yoksa neden canımı tehlikeye atayım” ,

Virüs çıkınca bizlerden izin talep edenler oldu, ama yöneticiler pek oralı olmadılar”

“Ben kendi adıma korkmuyorum ama evde yaşlılarımız var ve kronik hastalıkları var. İşsizlik var ne yapalım. Yoksa biz neden bu dönemde çalışmak isteyelim”.

Bu veriler çerçevesinde Türkiye’de sağlıklarını riske eden market işçilerinin, sağlıklarını kaybetmeleri durumunda gelirlerini de kaybedecekleri sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu durum işçileri sağlıkları pahasına çalışmaya zorluyor. Diğer yandan market işçilerinin ailelerinin Covid-19’a yakalanma düzeyi ayrıca araştırılması gereken bir konu olarak karşımıza çıkıyor.

Eğer sağlık çalışanlarını dışarıda bırakırsak, insan kalabalığı anlamında en yoğun ortamda çalışanların market işçileri olduğunu söyleyebiliriz. Bu da Covid-19 bulaşma riskini arttırır. Böyle bir çalışma ortamında hastalık iki kanaldan bulaşabilir. Birincisi, işyerindeki çalışma arkadaşlarından, ikincisi ise müşterilerden. Bu bir bakıma müşteriler için de geçerlidir: Müşteriden müşteriye, müşteriden hastaya. Bu nedenle market işyerleri hastalığın yayılma potansiyelinin yüksek olduğu mekanlardır. Bu nedenle de daha fazla dikkat edilmesi gereklidir.

Ankete katılan market işçilerinin Türkiye’de yüzde 16’sı, İrlanda’da ise yüzde 9’u çalıştığı mağazadaki iş arkadaşlarından birine Covid-19 teşhisi konduğunu belirtmiştir.

Verilen yanıtlardan gerekli önlemlerin yeterince alınmadığını daha önce ifade etmiştik.  Önlemlerin yeterince alınmaması, işçilerin Covid-19’a yakalanmasına neden oluyor. Anketlerde de görüldüğü gibi azımsanmayacak bir oranda vak’a tespit edilmiş: Her yüz çalışandan 16’sı. Bu büyük bir oran. Bu oranı market çalışanlarının temasta olduğu müşterilerle ve kendi aile bireyleriyle birlikte değerlendirdiğimizde durumun ne kadar ciddi olduğu daha net anlaşılacaktır

“Bizler de işe gelmekten çekiniyoruz. Biz de hastalanırız diye korkuyoruz elbette. Kendimizi güvende hissedemiyoruz. Çalışma koşullarımız iyi değil, hele bu zamanda her şey iyice ağırlaştı. İşsiz kalmaktansa çalışmaya devam ediyoruz”

“Sadece kronik hastalığı olan var mı diye sordular; ‘benim bünyem zayıf, bunu doktor bana söyledi’  dedim, ‘bir şey olmaz’ deyip gittiler”.

Çapraz verilere baktığımızda Covid-19 teşhisi yapılan işçi ile işyerinde alınan önlemler arasında anlamlı bir ilişki olduğu görüldü. Sonuç olarak yeterli önlem alınmadığı için, Covid-19’a davetiye çıkarılmış

Genel olarak işyeri önlemlerini “Oldukça kötü” olarak görenlerin oranı yüzde 40’iken, Covid-19 teşhisi konan işyerlerinde bu oran yüzde 60’lara çıkıyor. Ayrıca “Zayıf”   önlemleri de kattığımızda yetersiz anlamında bu oran yüzde 88’e çıkıyor. Sonuç olarak, işyerinde alınan önlemler azaldıkça Covid-19 teşhisi konulan işçi oranının artığı görülmektedir.

Asıl önemli konulardan birisi ise iş güvenceleri ile birlikte ücret güvencelerinin olmayışı. Küresel bir salgının olduğu bir ortamda zorunlu çalışmalarına karşın, işverenleri tarafından ek bir sağlık sigortası yapılmamış. Hastalanmaları durumunda ise gelir bağlamında kendilerini büyük bir belirsizlik beklemektedir.

Sonuç

Araştırma üç temel olguyu ortaya koymaktadır. Birincisi, market işyerlerinde Covid-19’a yönelik işçi sağlığı iş güvenliği önlemleri son derece yetersizdir ve işyerlerinde koruma önlemleri yaygın bir şekilde ihlal edilmektedir. İkincisi, salgın sürecinde temel/yaşamsal işleri ciddi bir risk altında yürüten işçiler, gelir artışı bir yana önemli ücret kayıpları yaşamaktadır. Üçüncüsü, işçilerin %16’sının çalıştığı işyerinde Covid 19’a yakalanmış bir işçi bulunmaktadır. Koruma önlemlerinin yetersiz olduğu işyerlerinde Covid-19 teşhisi konulmuş çalışanların bulunma oranı da artmaktadır.

Türkiye gibi gelişmekte olan ve işsizliğin yapısal bir hal ve aynı zamanda işi olanlara karşı bir tehdit unsuru halini aldığı ülkelerde işçiler kötü çalışma koşullarına katlanmak zorunda kalıyor. Bu çalışma bulguları da bize göstermiştir ki, market işyerlerinde çalışanların güvencesizliği Covid-19 sürecinde değişmemiş, aksine artarak devam etmiştir.

 

[i] Mandate, (2020), “Retail workers say employers can do more to protect staff and customers from COVID-19”, https://mandate.ie/2020/04/retail-workers-say-employers-can-do-more-to-protect-staff-and-customers-from-covid-19/?fbclid=IwAR1qqevjznQ5XNg9IjO2qHhlK87O4aLxwtvtSBTTqgygIVJZ5noJjAjk29k

[ii] Palmer, A. (2020) “Amazon Extends Wage İncreases For Warehouse Workers During Coronavirus Pandemic” https://www.cnbc.com/2020/04/24/amazon-extends-unpaid-time-off-policy-for-warehouse-workers.html

[iii] USDAW(2020), “The Impact of Coronavirüs On Workforce”,  https://www.usdaw.org.uk/CMSPages/GetFile.aspx?guid=575d4419-a739-432b-ab54-10e84ad56e26

COVID-19 Günlerinde Devletin Maske Üretimi

COVID-19 Türkiye’de ciddi bir tehdit olarak algılanmaya başlandıktan sonra koruyucu malzeme ve temizlik malzemesi hayati bir önem kazandı. Fakat bazı koruyucu malzemeler diğer malzemelere göre COVID-19 krizini anlamada daha simgesel bir hale geldi. Özellikle tek kullanımlık maskeler krizdeki birçok farklı kesimin ve aktörün çıkarını, yararını içinde barındıran bir kesişim noktası oldu. Buraya daha önce yatırım yapmış sermayedarlar için daha fazla para anlamına gelen maske üretimi işe gitmek zorunda kalanlar için zorunlu bir yaşam aracı halini aldı. Devlet ise maske üreten sermayedarları teşvik ederek, onları koruyarak üretimi yapılan maskeleri satın aldı, yeni maskelerin üretimi için salgın döneminde çaresiz bir müşteri gibi sipariş verdi. Fakat devlet varlığını gerekli kılmak ve ideolojik üstünlüğünü yeniden tesis etmek için maske üretimine başladığını duyurdu. Herkes, COVID-19 virüsüne karşı savaşın öncüsü olan devlete destek vermeli, elinden gelen her şeyi canı pahasına yapmalıydı. Elbette bu “milli” görev de diğer “milli” görevler gibi nasıl yapıldığından bağımsız olarak sadece yapılması gereken bir şey olarak anlatıldı. Devlet bütün imkânlarıyla maske üretecekti ve destek olabilen herkes bu “milli” üretimin içinde yerini almalıydı. Gereklilikler, emirler ve karşı çıkışların olmadığı düz bir zeminde milli maske üretimi meslek liselerinin küçük eğitim atölyelerinde öğrenci-çocuk emeği kullanılarak başladı. Bugün gelinen noktada ise Huzurevleri, Çocuk Destek Merkezleri dâhil devlete ait birçok kurumda maske üretiliyor.

Devletin Maske Üretimine Dair Bir Araştırma

Türkiye salgın döneminde maske ihtiyacını özel sektör ve devlet olmak üzere iki farklı üretim anlayışı ile karşılamaktadır. Özel sektör Türkiye’nin maske ihtiyacının çoğunluğunu karşılamakla birlikte devlet elinde bulunan birçok kurumda maske üretimine başladı. Bu kurumlar: Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Meslek liseleri, Halk Eğitim Merkezleri, Olgunlaşma Enstitüleri, Bilim ve Sanat Merkezleri, Gençlik ve Spor Bakanlığı’na bağlı Gençlik Merkezleri, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı Dikimevleri, Sağlık Bakanlığı’na bağlı devlet hastanelerinde genellikle birkaç personel ile, Adalet Bakanlığı’na bağlı Cezaevlerinde, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na bağlı Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu, GAP’a bağlı ÇATOM’lar ( Çok Amaçlı Toplum Merkezleri), Yüksek Öğretim Kurumuna bağlı Meslek Yüksek okulları ve üniversitelerin hastanelerinde yapılan üretimler, İçişleri Bakanlığı’na bağlı Jandarma’nın kendi üretimi, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı Huzurevleri, Çocuk Destek Merkezleri, Bakım Rehabilitasyon ve Aile Danışma Merkezleri, Engelliler Bakım ve Rehabilitasyon Merkezleri, Sosyal Hizmet Merkezi ek birimleri ile Sosyal Dayanışma Merkezlerinde (SODAM) ve yerel yönetimler olarak belediyelerin kendi üretimi veya belediye bakanlıklar işbirliğinin gerçekleştiği yerlerdir.

Türkiye’de maske üretiminin yapıldığı bu atölyelere dair toplamda 38 farklı şehirde 53 üretim merkezi farklı haberler aracılığıyla ve bunlara ek olarak Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler bakanlığına bağlı merkezler, Jandarma ve Dikimevleri hepsi ayrı olarak tek bir haber aracılığıyla ile incelenmiş ve aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır.

Tek tek incelenmiş olan üretim merkezlerinin haber temelli dağılımı şu şekildedir:

Meslek Lisesi 4
Meslek Yüksek Okulu / Üniversite 2
Cezaevi 4
İl Özel İdaresi 1
Belediye 12
Gençlik Merkezi 7
Hastaneler 8
ÇATOM 1
Olgunlaşma Enstitüsü 4
Halk Eğitim Merkezi 6
Halk Eğitim Merkezleri ve Meslek Liseleri ortak haber 1
BİLSEM 3

 

Genel haberler üzerinden incelenmiş olan merkezlerin haber temelli dağılımı şu şekildedir:

Jandarma 1
Dikimevleri 1
Huzurevlerinde, Çocuk Destek Merkezlerinde, Bakım Rehabilitasyon ve Aile Danışma Merkezlerinde, Engelliler Bakım ve Rehabilitasyon Merkezlerinde, Sosyal Hizmet Merkezi ek birimleri ile Sosyal Dayanışma Merkezlerinde (SODAM) 1

 

Araştırmanın Bulguları

Türkiye’de devlet kurumları, maskeleri küçük ve orta büyüklükteki atölyelerde üretmektedir. Küçük ve orta büyüklükteki bu atölyelerde çalışan sayısı 1 – 20 kişi arasında değişmekle birlikte 100 ile 300 arasında bir sayıya kadar çıkabilmektedir. Maske üretiminin yapıldığı atölyeler emek gücü yoğunluklu, az makineleşmiş ve genellikle öğretim amacıyla kurulmuş atölyelerdir. Maske üretiminin yapıldığı bu atölyelerde “gönüllü” çalışanların ücretlilik ilişkisi ve sigortalı olma durumları bilinmemektedir. Özellikle “gönüllü” emeğine dayanan, ucuz ve çalışma saatleri yüksek bir üretim şekli hâkimdir. Ayrıca Türkiye’de maske üretiminin yapıldığı atölyelerde sosyal mesafe, işçi sağlığı iş güvenliği ve üretim planlamasına dair bir hazırlık olmadığı atölyelerin kuruluş amacından ve şeklinden anlaşılmaktadır.

Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı maske üretim atölyeleri aslında bir eğitim amacı ile kurulmuş olup seri üretime uygun atölyeler değil öğretim yeri için tasarlanmış atölyelerdir. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı meslek liselerinde öğrenciler tarafından yapılan maske üretimi 20 yaş altı vatandaşlara sokağa çıkma yasağı getirildikten sonra bitirilmiş ve maske üretimi bu süreçten sonra eğiticiler tarafından üstlenilmiştir. Bu karardan sonra Meslek Liseleri, Halk Eğitim Merkezleri, Olgunlaşma Enstitüleri ve Bilim ve Sanat Merkezlerinde eğitim için orada bulunan öğretmenlerin bir maske üretim işçisi gibi okulda maske üretmeye devam ettiği görülmektedir. Buradan hareketle eğiticiler bu dönemde bir maske üretim işçisine dönüştürülmüşlerdir.

Maske üretiminde çocuk emeği kullanımı sadece meslek liseleri ile ve bir sürelik uygulama ile sınırlı kalmamıştır. 20 yaş altı vatandaşların sokağa çıkma yasağı sonrası Milli Eğitim Bakanlığı’ndan yapılan açıklama ile birlikte öğrencilerin artık üretimde olmayacağı açıklanmıştır. Fakat bu süreçten sonra basına yansıyan haberlerde çocukların, öğrencilerin maske üretimine, dezenfektan üretimine devam ettiği görülmüştür. Meslek liseleri haricinde Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı da Çocuk Destek Merkezleri’nde çocuk emeği kullanarak maske üretimine başlamıştır.

Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı dikimevlerinde, İçişleri Bakanlığı’na bağlı Jandarma’da erkekler tarafından yapılan üretim dışında Türkiye’de tek kullanımlık maske üretimi kadınlar tarafından gerçekleştirilmektedir. 3D modelleme makinası kullanılan siperlik maske üretiminde erkek emeği ön plana çıkarken tek kullanımlık maske üretiminde kadın emeği ağırlıklıdır. Bu da teknoloji yoğun işlerde erkek emeğinin ağırlaştığını göstermektedir.

Birçok devlet hastanesi ve üniversite hastanesi kendi maskesini kendi personeli ile yapmaya karar vermiştir. Devlet ve üniversite hastanelerinde üretim yapanların erkek terziler olması kadın emeğinin güvencesiz olmasının, kayıt dışı olmasının, sömürülebilir olmasının bir örneğini daha dolaylı yoldan göstermektedir. Çünkü hastanelerde personel olarak alınan terzilerin genelinin erkek olduğu gözükmektedir.

Maske üretiminin yapıldıktan sonra teslim edildiği noktalara bakıldığında İl Sağlık Müdürlükleri, hastaneler, Aile Sağlığı Merkezleri ön plana çıkmaktadır. Bu da riskli yerlere verilen koruyucu sağlık malzemesinin günü birlik bir üretim anlayışı ile yapıldığını göstermektedir. Sağlık merkezlerinin ihtiyacı arttığında bu üretim atölyelerinin üretim miktarı yetmeyecektir.

Toplu alanlarda maske takma zorunluluğu getirildikten sonra maske üreten belediye sayısı artmıştır. Günde 250 maske ile 10 bin maske arasında değişen bu üretim genellikle belediyelerin meslek edindirme kurslarında yapılmaktadır. Bir kez daha, öğrenim görülmesi için tasarlanmış atölyelerde üretim yapıldığı görülmektedir. Ayrıca toplu alanlarda maske kullanımına dair karar alınmadan önce maske temini konusunda hazırlık yapılmadığı ve sürecin yerel yönetimlere bırakıldığı da gözükmektedir.

Cezaevlerinde maske üretimi günlük bir çalışma rutinine dönüşmüştür. Uzun çalışma saatleri, vardiya sistemleri, iş çıkışı karantina önlemleri gibi uygulamalar cezaevlerindeki hükümlülerin ucuz iş gücü olarak kullanıldığını göstermektedir.

Maske üretiminin yapıldığı atölyeleri gezen devlet görevlileri gittikleri yerlerde zaten küçük olan atölyeleri daha da kalabalıklaştırmakta, kameralara poz verme gayretinde sosyal mesafe kuralını hiçe saymaktadır. Buna bir örnek olarak Aydın İl Milli Eğitim Müdürü korona testi pozitif çıkmadan beş gün önce bir atölyede orada maske üretenler ile fotoğraf çektirmiş ve bu fotoğraf da servis edilmiştir. Buradaki gerçeklikten hareketle, bu atölyelerdeki üretimin ölçeğine bakıldığında ve atölyelerde bir araya gelenlerin virüs taşıma ihtimali değerlendirildiğinde bu üretimlere ne kadar ihtiyacımız olduğu sorgulanmalıdır.

Sonuç Yerine

Türkiye’de maske üretiminin ölçeğine bakıldığında binlerce atölyenin günlük üretiminin makineleşme düzeyi yüksek olan bir fabrikanın saatlik üretimine denk düştüğü görülmektedir. Bu da aslında atölyelerde yapılan üretimin ne kadar gerekli olduğunu ve salgın zamanında insanların karantinada kalması gerekirken bu üretimlerde neden bulunduğunu sorgulatmaktadır.

Tıp alanındaki meslek kuruluşları ve işkolundaki sendikalar hastanelerde koruyucu malzeme eksikliği olduğunu bildirirken özel şirketler maske ihracatına devlet onaylı bir şekilde devam etmektedir. Hatta yoğun bakım ünitesinde kullanılacak yatakları üreten özel şirketler dâhil yurtdışından özel sipariş almaktadırlar. Bu bilgilere dair veriler gizli saklı değildir ve devletin haber kaynağı Anadolu Ajansı’ndan takip edilebilmektedir.

Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı görevi gereği maske yapılan yerleri denetlemesi, oralarda işçi sağlığı iş güvenliğine dair önlemleri alması, salgın döneminde dışarı çıkmak zorunda kalanların çalışma alanlarını takip etmesi ve düzenlemesi gerekirken kendisi kayıt dışı çalışma alanları oluşturmuş, çocukların maske yapımında çalışması için bizzat çaba göstermiştir.

Milli bir üretim olarak hedeflerin her geçen gün biraz daha arttırıldığı maske üretimi salgın döneminde devletin ideolojik olarak kendisini yeniden var etmeye çalıştığı bir alana dönüşmüştür. Neoliberal politikaların içini boşaltarak zor aygıtından başka bir şey bırakmadığı devlet, varlık nedenini hatırlatma telaşında kendisini küçük ve orta büyüklükte atölyelerde maske üretirken bulmuştur.

 

 

 

TÜRKİYE’NİN COVID-19 İLE ÇALIŞMA HAYATI ALANINDAKİ MÜCADELESİ

Tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 birçok alanda dönüşüm başlattı. Sağlık alanında yarattığı tahribatın yanında, ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda da ciddi dönüşümlerin yaşanılacağı tartışılıyor. Dünya nüfusunun %40 ila 70’ine bulaşacağı tahmin edilen[1] bu virüs sebebiyle, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) araştırmasına göre dünya genelinde 25 milyon kişi daha işsizler ordusuna katılacak. Neoliberal ekonomi politikalarının yetersiz kaldığı bu süreçte sosyal devlete duyulan gereklilik yeniden gündeme gelmiş durumda.

Bu yazıda Covid-19 ile mücadelede çeşitli ülkelerin sosyal politika paketleri kısaca incelenecek, Türkiye’de çalışma hayatına olan etkileri ve alınan önlemlerle ilgili değerlendirme yapılacak ve son olarak bu kriz sürecinde sendikalara düşen görevler hakkında öneriler sunulacaktır.

DÜNYADA COVID-19 KAPSAMINDA ALINAN ÖNLEMLER

Covid-19’un küresel etkileri kapsamında Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC),  aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 86 ülkeden 109 sendikanın yer aldığı bir araştırma gerçekleştirdi. Konumuz açısından araştırma bulgularının yalnızca çalışma hayatına dair olanlarını aktarılacaktır. Araştırma bulgularına ulaşmak isteyen okuyucular, raporun Türkçe çevirisine erişmek için DİSK’in web sayfasını[2] ziyaret edebilir.

ITUC’un yaptığı araştırmaya göre Covid-19’dan en çok etkilenen sektörler/işçiler; sağlık çalışanları, taşımacılık işçileri, fast food sektörü çalışanları da dahil olmak üzere perakende ve hizmet sektörü işçileridir.

Aynı araştırmaya göre hükümetlerin uyguladığı tedbirlerden en çok etkilenen sektörler /işçiler ise, performans sanatları ve eğlence sektörü işçileri, turizm işçileri, öğretmenler ve diğer eğitim sektörü işçileri, enformel ekonomi sektörü işçileri, küçük işletmelerde çalışanlar, kendi hesabına çalışanlar, platform çalışanları, tekstil ve hazır giyim sektöründe çalışan işçilerdir.

Krizle mücadele kapsamında hükümetlerin virüsün yayılmasını önlemek için aldıkları ilk beş önlem;

  • Kitlesel toplantıların sınırlandırılması (ülkelerin yüzde 92’sinde),
  • Spor etkinliklerinin iptal edilmesi (ülkelerin yüzde 88’inde),
  • Okulların kapatılması (ülkelerin yüzde 84’ünde),
  • Virüsün belirtileri görülen bireylerin kendilerini aile üyelerinden izole etmesinin sağlanması yönündeki çağrılar (ülkelerin yüzde 83’ünde),
  • Ülke içindeki seyahatlere kısıtlama getirilmesi (ülkelerin yüzde 82’sinde).
  • Aynı zamanda ülkelerin yüzde 65’i bazı işçiler için evden çalışmayı önerirken, ülkelerin yarısı süpermarketler ve eczaneler dışında zorunlu olmayan işlerin yapıldığı işyerlerinin kapatılmasını tartışıyor ve ülkelerin yüzde 28’i insanların evlerinde veya yerleşim yerlerinde kalmaları için engelleyici düzenlemeler yapıyor.

Virüsün yayılma sürecinde alınan ilk önlemler insanların toplu halde bulundukları etkinliklerin sınırlandırılması yönünde. Bu sınırlamalar içinde okulların kapatılması yaygın olarak tercih edilmesine karşın, çalışan ebeveynlerin durumlarına yönelik tedbirin ilk beş önlem arasında görülmemesi oldukça düşündürücüdür.

Uzaktan çalışmanın tercih edilmesi şüphesiz çalışanların sağlığı açısından oldukça önemli. Ancak uzaktan çalışmanın sonucu olarak yaşanabilecek olan gelir ve istihdam yönünden güvencesizliğin, esnek işgücü piyasası politikalarının emek üzerindeki baskısının, mobbingin ne şekilde önleneceği işçiler açısından yeni bir mücadele alanı olacak gibi duruyor. Uzaktan çalışmanın elbette incelenmesi gereken birçok boyutu vardır. Ancak çalışanların uzaktan çalışma süresi boyunca uğrayacakları iş kazası tehlikeleri ne şekilde denetlenecektir, bu da önemli bir sorun.

TÜRKİYE’DE DURUM

Ülkemizde Covid-19’a dair ilk resmi vaka 11 Mart 2020 tarihinde açıklanmasına rağmen virüsle mücadele önlem paketi 18 Mart 2020 tarihinde açıklandı. Ancak bu tarihten önce 13 Mart 2020 tarihinde T.C. Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanlığı Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü’nün İdari İzin konulu Genelgesi kamu görevlilerinden hamilelerin, yasal süt izni kullananların, engelli çalışanların, yönetici pozisyonundakiler hariç 60 yaş ve üzerinde olanların, Sağlık Bakanlığının belirlediği dezavantajlı grupların (bağısıklık sorunu olanlar, kanser hastaları, kronik solunum yolu hastaları, obezite ve diabet, kalp damar hastaları, organ nakli olanlar, kronik hastalar) 16 Mart 2020 tarihi itibariyle 12 gün ücretli izinli sayılmaları; ayrıca kamu kurum ve kuruluşlarının başta okul öncesi ve ilköğretimde çocuğu bulunan ‘kadın’ çalışanlarının yıllık izin taleplerinin karşılanması, yıllık izin hakkı bulunmayanlar için mazeret izinlerinin kullandırılması tüm kamu kurumlarına tebliğ edildi. Sadece kamu görevlilerini kapsayan bu önlemler elbette yeterli değildir. Ayrıca çocuk bakımının sadece kadın üzerinden yürütüleceğine dair resmi bakış açısını göstermesi bakımından oldukça önemlidir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan 18 Mart 2020 tarihinde ‘Ekonomik İstikrar Kalkanı’ adı verilen önlem paketini açıkladı. 21 maddeden oluşan bu önlem paketinde işverenlere teşvik, yurtiçi uçuşlarda KDV oranının yüzde 1’e düşürülmesi, konut kredilerinde asgari peşinatların %20’den %10’a düşürülmesi gibi ‘önlemler’ de yer almaktaydı.

Önlem paketi şüphesiz işçiler için hayal kırıklığı oldu. Kısa çalışma ödeneğine getirilecek kolaylıklar (ki bu uygulama aslında işverene teşviktir) ve İş Kanunu’nda 2 ay olarak belirlenmiş telafi çalışma sürelerinin artırılması çalışma yaşamına dair doğrudan getirilmiş iki tedbir oldu.

Kısa çalışma ödeneğinden yararlanma koşulları işçinin son üç yıl içinde 600 gün prim ödemesi ve son 120 gün içinde hizmet akdinin devam etmesiydi. Açıklanan önlem paketiyle birlikte 600 gün olan prim ödeme gün sayısı 450 güne ve son 120 gün olan hizmet akdinin devam etmesi koşulu 60 güne düşürüldü. İşgücü devir oranlarının oldukça yüksek olduğu ülkemizde, yapılan bu düzenleme yeteri kadar kapsayıcı değildir. Halk sağlığının ciddi tehdit altında olduğu böyle bir dönemde ödenekten yararlanma şartları tamamen kaldırılarak, işçinin ödenekten yararlanma tarihinde çalışıyor olması yeterli olmalıydı.

Telafi çalışmasına dair getirilen düzenlemenin kısa çalışma ödeneğine getirilen düzenlemeden daha çok esnetilmiş olduğu ortadadır. 4857 Sayılı İş Kanunu’nda 2 ay olarak belirlenmiş telafi çalışması 4 aya çıkarılarak Cumhurbaşkanı kararıyla bu süre iki katına kadar artırılabilecek ve toplamda 12 ay boyunca işçiler, karşılığı olmaksızın fazla çalışmaya zorlanacaktır. Fiili olarak çalışma sürelerini uzatan ve fazla çalışma olarak görülmeyecek böyle bir uygulama, şüphesiz yoğun çalışma saatlerine maruz kalan çalışanların iş kazası riskini de artıracaktır. Toplumun tüm kesimlerini etkileyen kriz zamanının özellikle işçi haklarının törpülenmesi için fırsata çevrilmesi, şüphesiz salgın sonrası çalışma hayatına dair felaket senaryolarının sinyallerini vermektedir.

Alınan ilk önlemlerden sonra çalışma hayatına dair başka düzenlemeler de Bakanlık genelgeleriyle yapıldı. T.C. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Çalışma Genel Müdürlüğü’nün 23 Mart 2020 tarihli Genelgesi ile 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 42 ve 61 inci maddelerine dayanılarak hazırlanan ‘Toplu İş Sözleşmesi Yetki Tespiti ile Grev Oylaması Hakkında Yönetmelik’ ve anılan kanunun 57 inci maddesine dayanılarak hazırlanan ‘Toplu İş Sözleşmesinde Arabulucuya ve Hakeme Başvurma Yönetmeliği’ hükümleri gereğince Çalışma Genel Müdürlüğü ve Görevli Makam tarafından yürütülen iş ve işlemler geçici süreyle durduruldu. Bu genelge ile pratikte sendikal faaliyetler belirsiz süreyle askıya alınmış oldu.

6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun işleyişine vurulan bu darbe ile sendikal örgütlenmelerin önü tıkanmış, işçilere kanunda tanınmış olan grev hakkının belirsiz süreyle elinden alınmasına sebep olmuştur. Devam eden toplu iş sözleşmeleri için görevli makamın sadece anlaşma yapılmış toplu iş sözleşmeleri hakkında işlem yapılabileceğini bildiren genelgeyle, işçiler, işveren karşısındaki en etkili mücadele aracı olan grev hakları da ellerinden alınarak, işverenler karşısında tamamen savunmasız bırakılmıştır. DİSK-AR tarafından yapılan son araştırma verilerine göre[3] fiili sendikalaşma oranının yüzde 12, toplu iş sözleşmesi kapsamının yüzde 7 buçuk dolaylarında, diğer taraftan özel sektörde toplu iş sözleşmesi kapsamının yüzde 5 buçuk düzeyinde olduğu bir ortamda, bütün dünyada virüsün halk sağlığı üzerine etkileri tartışılırken işverenleri sendikal mücadele karşısında da koruyan bu düzenlemenin amacı oldukça muammadır. Bütün işlemlerin online yapılabildiği günümüzde toplu iş sözleşmeleri için gereken prosedürlerin de online olarak yürütülebilmesi için yeterli altyapı mevcuttur. Kısacası, farklı birçok makul çözüm bulunmaktadır. Örneğin, grev hakkının belirsiz süreyle işçinin elinden alınması yerine yetkili sendikanın yetkisini düşürmeyecek şekilde ileri bir tarihte yapılacağını öngören bir düzenleme daha anlaşılır olabilirdi.

65 yaş üstü kişilerin sokağa çıkmalarını sınırlandıran düzenlemeden sonra 20 yaş altı kişilerin de sokağa çıkamayacağına dair tedbir çok geçmeden ilan edilmiştir. 20 yaş altının sokağa çıkmasının yasaklanmasının hemen ertesi günü 18 ve 20 yaş aralığında çalışanların (831 bin kişi)[4] bu yasaktan muaf olduğu belirtilmiştir. Bu açıklama ile birlikte sokağa mahkum edilenlerin kimler olduğu açıkça görülmektedir. Sokağa çıkmak zorunda kalan işçiler ve aileleri virüsle temas açısından en riskli grubu oluşturmaktadır.

Covid-19 kapsamında çoğu işletme çalışanlarını yıllık izne çıkarttı. Yıllık izin hakkı kalmayan işçilere uygulanacak sonraki işlemin ücretsiz izne ayrılmaya zorlamak olacağı kuşkusuzdur. Ekonomik durgunluğu da beraberinde getiren bu dönemde özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerde (KOBİ) çalışanların büyük bölümünün işsiz kalacağı ortadadır.

SONUÇ VE ÖNERİLER

Yukarıda ortaya konulan sorunlar hukuki olarak çözümsüz değildir. 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununun Çalışmaktan Kaçınma Hakkı başlıklı 13. Maddesinde ‘ciddi ve yakın tehlike ile karşı karşıya kalan çalışanlar kurula, kurulun bulunmadığı işyerlerinde ise işverene başvurarak durumun tespit edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasına karar verilmesini talep edebilir’ hükmü bulunmaktadır. Ancak bu maddenin verdiği çalışmaktan kaçınma hakkının kullanılmasının işçi açısından zorlukları tahmin edilebilir.

Burada yapılması gereken, işveren inisiyatifine bırakılmadan tüm çalışanları kapsayan koruyucu tedbirlerin alınmasıdır. Bu noktada sendikalara ve meslek kuruluşlarına oldukça önemli görevler düşmektedir.

Bazı sivil toplum kuruluşları bu görev bilinciyle bazı bildiriler yayımladılar. Bunlardan ilki DİSK, Türk-İş ve Hak-İş tarafından yayımlanan ortak bildiriydi. Bu bildiri çalışma yaşamına dair alınması gereken üç acil önlemi ifade ediyordu; işten çıkarmaların yasaklanması, acil ve zorunlu işlerin yapıldığı işler dışındaki tüm işlerin en az 15 gün süreyle durdurulması ve gelir kaybına karşı işsizlik sigortası fonunun etkin kullanımı.

Ardından DİSK 7 acil önlem yayınlayarak imzaya açmıştır.[5] DİSK tarafından yayımlanan yedi acil önlem paketinden sonra aralarında Türk-İş ve Hak-İş Konfederasyonlarının da bulunduğu 29 STK tarafından ortak bir bildiri yayımlandı. Bu bildiri temelde ‘Çalışanını işten çıkarma, istihdamını koru, ihtiyacın olan kaynak kısa çalışma ödeneğinde’ çağrısıydı. Ancak aynı bildiri üretim ve üretim kapasitesinin korunarak, üretmeye devam etmek, istihdamı korumak amacını da taşıyordu. Üretim kapasitesinin korunarak üretime devam edilmesinin anlamının ne olduğu oldukça açıktır.

Halk sağlığının tehdit altında olduğu böylesi bir dönemde işçilerin ve genel olarak toplumun sağlığının güvence altına alınması için Umumi Hıfzısıhha Kanunu etkin bir şekilde uygulanmalıdır. Gönüllü karantina uygulayamayacak kesimler de gözetilerek zorunlu karantinanın uygulanması için Anayasamızın devlete verdiği görevler yerine getirilmelidir. Dezavantajlı grupların sorunlarının çözümü, vicdani sorumluluk olarak yardım yapan ünlülere, gruplara bırakılmamalıdır.

Covid-19’la mücadelede en etkin yöntemin sosyal izolasyon olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. Halk sağlığı için sosyal izolasyonun toplumun tüm kesimleri tarafından gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bunun gerçekleşmesi için ise çalışanların iş ve gelir güvencesi sağlanmalıdır.

Hayatını devam ettirmek için çalışmak zorunda kalan işçilerin önerilen sosyal izolasyonu ne şekilde uygulayacağına yönelik bir tedbir bulunmamaktadır. İşçi sınıfının Covid-19’a karşı bağışıklık geliştirdiğine yönelik herhangi bir bilimsel bulgu yoktur. Sadece işçileri değil ailelerin sağlığını da riske atan çalışma zorunluluğu karşısında sosyal devlet olmanın getirdiği yükümlülükler daha fazla vakit kaybetmeden hayata geçirilmelidir.

Çalışanlar için alınması gereken temel tedbirlerin başında gelir ve istihdam güvencesi gelmektedir.  Zira virüsün ekonomik ve sosyal etkileri en çok işçi sınıfı tarafından hissedilecektir. Gelir korumasının ve istihdam güvencesinin olmadığı bir durumda çalışanlar hastalığının farkında olmadan, kendileriyle beraber ailelerinin sağlığını da riske atabilecektir.

Krizle mücadelede İşsizlik Sigortası Fonu’nun etkin kullanımı zorunludur. İşçilerin işsizliğe karşı güvencesi olan bu fonda 131 milyar Türk Lirası’nı aşkın bir kaynak bulunmaktadır. DİSK Araştırma Merkezi (DİSK-AR)’nin Covid-19 ile Mücadele ve İşsizlik Sigortası Fonu adlı raporunda[6]; fonda bulunan kaynakların bir bölümü kullanılarak 3 ay boyunca 15 milyon işçiye asgari ücret düzeyinde destek sağlanabileceği belirtilmiştir. Yine aynı raporda fon giderleri için işsizlik ödeneğine ayrılan payın yüzde 28’i, işverenlere yapılan teşvik ödemelerinin ise fon giderlerinin yüzde 44’ü olduğu ifade edilmiştir. İşsizlik sigortası fonunun işsizlik ödeneğine ayrılan payının yükseltilmesi gerektiği ortadadır. Covid-19 krizi sebebiyle işsiz kalan kişilerin hiçbir şart aranmaksızın yararlandırılması gerekmektedir. Fondaki kaynakların kullanılmamasının bir sebebi fonun iç borçlanma aracı olarak kullanılması sebebiyle kaynakların devlet tahvillerine yatırılmış olmasıdır. Burada kârlılık gibi unsurların düşünülmeden fondaki kaynağın gerçek sahiplerine aktarımı gerekmektedir.

Toplumun tüm kesimlerini ilgilendiren bu virüs karşısında çalışma hayatının işleyişi için her düzeyde sosyal diyalog mekanizmaları etkin hale getirilmelidir. Yapılan düzenlemelerin ileride oluşturacağı yıkıma karşı işçilerin korunması için tüm taraflar iradelerini ortaya koymalıdır.

Covid-19 ile mücadelede şüphesiz kamusal kaynaklar gerekiyor. Bunun için hızla etkin bir servet vergisi uygulaması getirilmelidir. Türkiye’de ciddi bir servet eşitsizliği bulunmaktadır. En zengin yüzde 1’lik kesim toplumsal servetin yüzde 42,5’ini; en zengin yüzde 5, toplumsal servetin yüzde 61ini elinde tutuyor.[7] Yapılması gereken servetin yüzde 1’lik kesimden topluma dağıtımını gerçekleştirmektir.

Salgınla mücadele kapsamında 9 Nisan günü yeni bir yasa teklifi hazırlandı. Teklife göre işverenlerin 4857 sayılı İş Kanunu’nun 25 inci maddesinin birinci fıkrasının ikinci bendinde gösterilen sebepler dışında (ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri) haklı nedenle derhal fesih haklarını 3 ay boyunca kullanamayacaklardır. Kanun tasarısı buraya kadar oldukça iyi niyetli ve tam da krizle mücadelede gereken iş güvencesini sağlar niteliktedir. Ancak aynı tasarının devamında ‘birinci fıkra çerçevesinde fesih yasağı uygulanan hallerde işveren işçiyi ücretsiz izne ayırabilir’ hükmü düzenlemenin amacıyla çelişki içermektedir. Bu düzenlemeyle 15 Mart 2020 tarihinden itibaren ücretsiz izne ayrılmış ve bundan sonra ayrılacak işçiler ile işsiz kalanların günlük 39,24 TL ile İşsizlik Sigortası Fonundan yararlandırılmaları da amaçlanmaktadır. Kısa çalışma ödeneğinin kullanımını da sınırlayacak olan bu düzenleme ile işçilerin yaşayacağı gelir kaybı ortadadır. Kısa çalışma ödeneğinden faydalanılması halinde 1.752,00 TL ödeme yapılacakken, bu uygulamayla 1.177,00 TL ödenmesi planlanıyor. Asgari ücretin dahi işçilerin insanca yaşamak için gereken seviyenin altında olduğu düşünüldüğünde, söz konusu miktarların yetersizliği açıkça ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu yasa tasarısı hayata geçerse İş Kanunu’nun ücretsiz izin uygulamasını işçinin yazılı rızasına bağlayan hükmü de askıya alınacaktır. Bu tasarıya karşı DİSK ‘Ücretsiz İzne ve Sefalet Ödeneğine Hayır’[8] açıklaması yapmıştır.

Bu süreçte sendikalara ciddi sorumluluk düşüyor. Örgütlenmenin, dayanışmanın en önemli ihtiyaç olduğu salgından önceki dönemde de ortadaydı. Ancak bu dönem işçilerin iş güvencelerine, sendikalı olan işçiler için ise sendikal özgürlüklerine ciddi darbe vuran düzenlemeleri de beraberinde getirdi.

İstihdam edilenler içinde en savunmasız kesim olan örgütsüz, atipik çalışanların olduğu kuşkusuzdur. Sendikalar bu sürecin sonunda artan esnek çalışmalar ve atipik çalışanlar konusunda da toplu sözleşme masalarında mücadele vermelidir. Toplu iş sözleşmelerinin kapsamı genişletilerek bu işçilere karşı da koruma getirilmelidir.

Toplu iş sözleşmeleri ile esnetilen telafi çalışma uygulamalarına sınırlandırmalar getirilmelidir. İş sağlığı ve güvenliği kurulların etkin işleyişi ve denetimi sağlanmalıdır.

Krizle mücadelede halk sağlığı, toplum yararı öncelikli amaçlar olmalıdır. Dünyada bu salgınla mücadele eden ülkelerin tecrübelerinden de faydalanılarak adımlar atılmalıdır. Sosyal devlet olmanın gerekleri yerine getirilmelidir. Kendi OHAL’ini ilan edemeyen düşük gelirli gruplar da gözetilerek evde kal çağrısı yapmak yerine evde tutmak için gereken güvenceler sağlanmalıdır.

 

 

[1] Baldwin, R. Ve B.W. Di Mauro 2020. Economics in the Time of Covid-19. CPR.

https://voxeu.org/content/economics-time-covid-19

[2] http://disk.org.tr/2020/03/kuresel-arastirma-coronavirus-ve-isciler/

[3] http://disk.org.tr/2020/04/disk-ardan-covid-19-salgini-doneminde-sendikalasma-arastirmasi/

[4] https://www.birgun.net/haber/turkiye-evde-kalsin-ama-isciler-olsun-mu-294927

[5] http://disk.org.tr/2020/04/7-acil-onlem-imzacilari-hukumeti-bu-onlemleri-almaya-cagiriyor/

[6] http://disk.org.tr/wp-content/uploads/2020/03/Covid-19-ve-Isizlik-Sigortasi-Fonu.pdf

[7] https://www.birgun.net/haber/koronavirusle-mucadele-icin-15-politika-onerisi-simdi-sosyal-devlet-zamanidir-292773

[8] https://www.evrensel.net/haber/401765/diskten-ucretsiz-izin-taslagina-tepki-ucretsiz-izne-ve-sefalet-odenegine-hayir

COVID-19 Krizinde Ticaret Sektöründe Uluslararası Sendikal Mücadele Pratikleri ve Türkiye’ye Dair Öneriler

Giriş

İster ekonomik, ister siyasal, ister sosyal ve son dönemde yaşamakta olduğumuz COVID-19 pandemisi gibi ister sağlıkla ilgili bir kriz olsun, kapitalist ekonomi-politiğin hüküm sürdüğü kürede krizden en fazla etkilenen kesim istisnasız emekçi kitlelerdir. Bu krizden emekçi kitlelerin daha az zarar görmesi için mücadele hattı emekçilerden ve onların örgütlerinden oluşmaktadır. Peki COVID-19 sürecinde emekçilerin haklarını korumak ve geliştirmekle görevli sendikalar ne yapıyor?

Bu amaçla bu yazıda  pandemi krizinde emekçilerin korunmasına dair sendikal faaliyetler incelenecektir. Ancak bu yazı, sendikaların genel bir değerlendirmesine yönelik olmayıp, sadece ticaret işkolunda faaliyet gösteren (örgütlü olan)   farklı ülkelerdeki sendikaların COVID-19’a karşı almış ve almakta oldukları önlemler ile talepleri aktarılacaktır. Son kısımda da Türkiye’deki sendikaların faaliyetlerine dair bir değerlendirme yapılıp,  öneriler sunulacaktır.

COVID-19 – Koronavirüs Herkes İçin Aynı Düzeyde Bir Tehdit mi?

Koronavirüs (COVID-19) salgını dünyayı saran bir salgına dönüşüp, Dünya Sağlık Örgütü tarafından “Pandemi” ilan edilince, küresel anlamda tüm ülkeler farklı düzeylerde önlem almaya başladılar. Virüsün coğrafi etki alanı genişledikçe ülkelerde daha tedirgin olmaya başladılar. Küresel anlamda yapılan açıklamalarda ortaklaşan iki vurgu vardı: Birincisi COVİD-19’un yaş arttıkça; özellikle 60 yaş üzerindekiler ile kalp, diyabet, tansiyon ve akciğer kaynaklı kronik hastalığı olanlarda daha tehlikeli olduğu ve mortalitenin (ölüm oranının) bu grup hastalarda daha yoğun olduğuydu. İkincisi ise bu hastalığın zengin fakir kimseyi ayırt etmediği ile ilgiliydi. Birinci görüş için istatistiksel veriler savı doğrular nitelikte olmakla birlikte ikinci sava bir itirazımız var. Burada virüsün kişi ve grup ayırt etmesi gibi bir durum söz konusu değil kuşkusuz. Ancak bu sürecin ekonomi politiği bize farklı fakat bilindik bir şey söylüyor. O da bu sürecin sınıfsal karakteri ile ilgilidir. COVID-19’un bağışıklık sisteminin güçlü olup olmamasına bağlı olarak etkisi de artıyor. Zenginler kendilerini bir şekilde virüsten korumanın yolunu bulurken, emekçi ve yoksul kitleler her zamanki gibi tehlike ile yüz yüze kalan kesim oldu ve olmaya da devam ediyor. Bağışıklık sisteminin güçlü olması beslenme alışkanlığı ve imkanları ile ilişkili olduğunu düşündüğümüzde COVID-19’un öncelikli hedef kitlesin kimler olduğu da açıkça ortaya çıkacaktır. Her ülke önlem olarak dışarıya çıkmayı sınırlandırmaya çalışırken, istisnai olarak çalışanların durumu hariç tutulmuştur. Kamu çalışanları nispeten daha fazla güvenceye sahipken, özel sektör çalışanları korumasız bir şekilde ortalıkta bırakılıyor. İmalattan hizmetlere, inşaattan tarıma tüm sektörlerde çalışma devam etmektedir. Tüm sektörlerde çalışmanın devam ediyor olmasına karşın; daha fazla risk barındıran işler sağlık, market, banka, benzinlik, posta, kurye ve belediye hizmetleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Sağlık emekçileri hastaları sağlığına kavuşturmaya çalışırken, özellikle ticaret sektöründeki market çalışanları ise halkın sağlıklı kısmını ayakta tutabilecek gıda ve hijyen maddelerini evlere ulaşmasını sağlıyor. Bu iki grup doğrudan kapalı ortamlarda ve yoğun insan kitlesi ile diğer bir ifade ile potansiyel COVID-19 taşıyıcıları ile yüz yüze kalmaktadır. Her iki hizmet de kamusal sağlığa (halk sağlığı) yönelik hizmet olmasına karşın, sağlık emekçileri tam olmasa da kısmen kamu otoritesi tarafından az da olsa ekonomik anlamda korunma altına alınmıştır. Burada ifade edilen tam bir korumanın sağlandığına yönelik olmayıp,  karşı karşıya oldukları riskin devam ettiğini de özellikle belirtmek gerekir. Sağlık emekçilerinden farklı olarak özel sektördeki market çalışanları bir yandan kamu sağlığı için hizmet üretirken bir yandan da işverenine de artı değer üretmeye devam etmektedir. Ve artı değer üretimi göz ardı edilmektedir. Yaşadığımız pandemi döneminde dahi emek-sermaye çelişkisi varlığını acımasız bir şekilde hissettirmektedir. İşveren evinde kendisini karantinaya almışken, akıllı telefon ve tabletinin ucunda işleri hiçbir risk almadan takip ederken, yüzbinlerce market çalışanı gecesini gündüzüne katmış, kendisini ve ailesini COVID-19 riski ile karşı karşıya bırakacak koşullarda çalışmaya devam etmektedir.  Bu süreçte sermayenin satış hacimleri ile işçilerin yaşamla geçim arasındaki kaygısı paralel bir şekilde artarken, işçilerin en azından bunun riskini karşılayabilecek ekonomik talepleri ile ters orantılı bir ilişki içerisindedir.

Türkiye’de bu grup çalışanlar için ne kamu otoritesi ne de işverenler alınması gereken sağlık güvenlik önlemeleri dışında (o da biraz tartışmalı ve gecikmeli bir şekilde yürütüldü) bir sosyal ve ekonomik önlemi aklına bile getirmedi. COVID-19 küresel boyutta tüm insanların hayatlarını tehdit ederken, bu süreçte emekçi kitleler bir kat daha fazla tehdit altında ve bunu emekçi kitlelerin pandemisi olarak ilan etmenin pek de hatalı olmayacağı görüşündeyim. Emekçileri bu pandemiye karşı koruyacak olan her ne kadar beklenti olarak devlet (Kamu otoritesi) ve işverenler görülse de asıl koruyucular sendika ve emek yanlısı STK’lardır.

Bu süreçte bazı sendikalar üyelerine yönelik çeşitli kazanımlar elde etmeye ve önlemler almaya çalışsa da, geneli düşündüğümüzde bunlar çok yetersiz kalmıştır. Bu bağlamda diğer ülkelerdeki durum ve sendikaların faaliyetleri “iyi uygulama” bağlamında hükümete, sendikalara ve işverenlere bir yol gösterici nitelikte olabilir. Farklı ülke deneyimleri riski deneyimlemek yerine, en azından acil önlemlerin önceden alınmasına katkı sağlar.

 

Uluslararası Düzeyde Ticaret Sektöründe Faaliyet Gösteren Sendikalar Neler Yapıyor?

Bu kısımda ticaret sektöründe faaliyet gösteren farklı ülke sendikalarının faaliyetlerini kısaca aktaracağız. Buna öncelikle ticaret sektöründeki sendikaların üyesi olduğu uluslararası sendikal üst kuruluş olan, UNI Global Union’dan başlayacağız. Ardından farklı ülke sendikalarının bu süreçteki faaliyetlerine değinilecektir.

Ticaret işkolundaki sendikaların küresel üst kuruluşu (sendikal üst örgütü) UNI Küresel Sendika’dır (UNI Global Union). UNI küresel sendika bu krizin iyi yönetilmesi gerektiğine yönelik olarak sadece üyesi işçi sendikalarına değil, tüm perakende sektörünün aktörlerine de çağrıda bulundu. UNI Küresel Sendika’nın ticaret birimi UNI Ticaret (UNI Commerce) başkanı Mathias Bolton yaptığı çağrıda “Son derece belirsiz bir gelecekle karşı karşıyayız ve takip edecek olan ekonomik kriz, virüsün yayılmasından sonra bile, birçok işi riske atacak. Tüm küresel perakendecileri sendikalarla diyaloga girmeye ve faaliyet gösterdikleri her ülkede çalışanlarını korumaya çağırıyoruz. İşçiler kendilerini öne sürerken (cepheye koyarken) şirketlerin şimdi harekete geçmeleri ve sosyal sorumluluklarının gereklerini yerine getirmeleri gerekiyor” ifadelerini kullanmıştır. UNI Ticaret, aynı zamanda süpermarketler ve marketlerdeki işçileri korumak için ülkeler ve bölgeler arasında bir dizi ortak talep de belirledi[1]:

Birincisi, sendikalar tüm çalışanların, yüz maskeleri ve koruyucu eldivenler gibi gerekli koruyucu ekipmanlarla donatılmasını, müşterilerin kasiyerler ile güvenli bir mesafe gözlemlemelerini ve nakit kullanmadan, özellikle kredi kartı ile ödeme yapılmasını,

İkincisi, birçok sendika müşterileri çalışanlara saygı göstermeye ve panik alımından (Panic shopping) kaçınılmasını,

Üçüncüsü, sendikalar işçilerin ücretli hastalık izni alma hakkına sahip olmalarını ve enfekte olma ya da savunmasız bir kategoriye dahil olma riski taşıdıklarını düşünmeleri halinde çalışmaya zorlanmamaları gerektiğini talep etmektedir.

 

UNI Küresel sendika küresel çerçeve sözleşmesi imzalamış olduğu şirketlerle bir araya gelerek bu süreci sağlıklı bir şekilde yönetmenin yollarını da arıyor. Bu bağlamda UNI Ticaret, Carrefour Grup ve Auchan Retail gibi dünyanın iki büyük perakende gıda Hipermarket devi ile bir ortak bir deklarasyon yayımladı[2]. Deklerasyon’da  a) İlgili ülkelerdeki tüm çalışanlar için tavsiye edilen hijyen ve güvenlik kurallarının iyileştirilmesi, b) Mağazalar, arabayla servis, eve teslim ve lojistik depolar için sağlık düzenlemeleri, c) Çalışanlar için sosyal destek önlemleri, d)  Belirli bir statüye sahip çalışanlara destek (örneğin engelli işçiler, hamile kadınlar) konuları yer aldı.

Ülkeler bazında baktığımızda da farklı uyulama ve taleplerin dile getirildiğini görüyoruz. Avrupa’da COVID-19’dan en çok etkilenen iki ülke olan İtalya ve İspanya’da ticaret işkolundaki sendikalar, COVID-19 karşısında mağaza ve özellikle marketlerde hizmet vermeye devam eden işçilerin yanı sıra eve gönderilen (online satış- eve teslim) diğer ticaret işçilerine yardım etmek için harekete geçtiler ve bunlara yönelik önlem ve talepleri öne çıkardılar.

İtalyan sendikaları, FILCAMS, FISASCAT ve UILTUCS, işveren derneği Federdistribuzione ile birlikte sağlık otoritesinden önlem alınmasını talep etmek için bir araya gelen işçiler için gerekli koruyucu ekipmanı sağladı. Ayrıca hükümeti, sözleşmeleri askıya alınan işçilere finansal destek sağlamaya ikna etme konusunda başarılı olmuşlar ve süpermarket çalışanları üzerindeki baskıyı hafifletmek için mağaza çalışma saatlerinde bir azalma sağlamışlardır.

İspanyol sendikaları CCOO ve UGT, marketlerde hizmet vermek zorunda kalan çalışanlar için kritik güvenlik önlemlerinin acil olarak alınması ve uygulanması için hükümete ve ilgili marka ve işyeri sahiplerine ortak talepler gönderdiler.

USDAW/İngiltere hükümete çağrıda bulunarak market işçilerinin özellikle bu dönemde korunması gerektiğine yönelik bir düzenleme yapılmasını talep etti. USDAW çağrısında “Bunun stresli bir zaman olduğunu anlıyoruz ve müşterilere, market işçilerinin saygıyı hak ettiklerini ve hiçbir istismar seviyesinin kabul edilemez olduğunu hatırlatıyoruz. Bu durum asla işin bir parçası olmamalı” ifadelerini kullandı. Birleşik Krallık hükümeti süpermarket çalışanlarını korumak için sendika taleplerini takiben yeni bir yasa çıkardı.

Avusturya SDA sendikası halka bu süreçte market çalışanlarına saygı duymaları gerektiğine yönelik çağrıda bulundu[3]: “Topluluğumuzdaki birçok insanın şu anda endişeli olduğunu anlıyoruz, ancak süper marketlerde ve benzeri diğer yerlerde görmüş olduğunuz çalışanların da sizinle aynı teknede olduğunu unutmayınız. Hepimiz beraberiz”.  SDA Sendikası, herkesin COVID-19’dan korunmak için evine kapandığı dönemde, özellikle sağlık çalışanları, market işçileri, eczacılar ve petrol istasyonlarındaki işçilerin çalışmaya devam ettiklerinin altını çiziyor. “Bu işçilerin çabaları olmadan, bu koşullar altında hane halkları ihtiyaç duydukları gıda, yakıt ve tıbbi malzemeyi almaları giderek zorlaşacaktır. Bu nedenle ticaret sektöründe ve özellikle marketlerde doğrudan ön tarafta çalışan yaklaşık 250-300 bin işçi için çalıştıkları her saat için 5 Dolar ek ücret talep ediyoruz. Bu işçiler hizmet etmeye hazır. Toplumu beslenmiş ve sağlıklı tutmak için alacakları risklerin küçük bir onayını hak ediyorlar” ifadesini kullanmıştır.

COVID-19 krizi sürecinde sendikaların yapmış olduğu faaliyetlerin kimi zaman üye kazanımlarına da yol açtığı görülmüştür. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse; bu süreçte kendilerinin tek kurtarıcısı ve kollayıcısı olarak sendikaları gören işçiler yoğun bir şekilde sendikalara üye olmuşlardır. İsveç Handels sendikası, perakende sektör işverenleri ile yaptığı müzakerelerde Koronavirüs sürecinde işten çıkarmaları önlemek ve kriz sırasında işçi ücretlerini korumak adına büyük bir başarı elde etti. Bu başarı, sadece geçtiğimiz ay içinde 5 bin yeni üye kazanmasına yol açtı. Handels’in İsveç Ticaret Federasyonu Svensk Handel ile yaptığı anlaşma çerçevesinde bir çalışanın çalışma süresi yüzde 20, 40 veya 60 oranında azaltılabilir. Bununla birlikte, devletten sağlanan mali destekle ücretler sadece sırasıyla yüzde 4, 6 ve 7,5 azalacak. Böylece sendika, bir yandan üyelerinin işlerini korurken, diğer yandan da gelirlerini yüksek seviyede tutmayı başarmış oldu. Diğer yandan sözleşmede işveren ve sendika temsilcileri koronavirüs sürecinde alınması gereken sağlık ve güvenlik tedbirleri ve ekonomik krizin etkisi ile işten çıkarmaları engelleyecek ortak ilkelerde anlaşma sağladılar. Ayrıca iş süreçlerinde değişiklik yapılması da öngörülmesine karşın; bu değişikliklerin karar mekanizmasında sendikanın yer alması ve ortak karar alınması önemle vurgulandı[4]. Handels’in yapmış olduğu bu anlaşma, toplu pazarlığın ve sosyal diyaloğun krize yanıt vermede nasıl önemli ve etkili bir rol oynadığını göstermesi bağlamında oldukça değerlidir. Bu örnek bize, süreci işçiler adına iyi yöneten sendikaların krizden güçlenerek çıkabileceklerini de tanıtlamıştır.

Almanya’dan Ver.Di, İrlanda’dan Mandate ve ABD’deki UFCW de en yüksek güvenlik standartlarını sağlayarak işçilerin olası bir enfeksiyondan korunmasına yönelik çağrıda bulundular.

Mağaza Çalışanları Müşteri İle Temastan Kurtuldu Ama İşsizlik İle Yüz Yüze Kaldı

Perakende ticaretin gıda bölümü yüksek satış hacimlerine ulaşırken, perakende tekstil kısmı ise dramatik bir şekilde ters bir durum yaşıyor ve çalışanlarının neredeyse tamamı zorunlu evde kaldı. Krizin ilk kapatmaları tekstil devi ZARA ve elektronik eşya devi Apple’dan gelmişti[5]. Özellikle İspanya ve İtalya gibi sokağa çıkmanın yasaklandığı ülkelerde, bu olağanüstü dönemde acil önlem planları çerçevesinde hem çalışanların hem de firma sahiplerine destek sağlayabilecek ve özellikle işyerlerinin kapanmasını ve işten atılmaları önlemeye yönelik fonlar oluşturmaya çalışmaları devam ediyor.

Ek olarak Avusturya, Belçika, Fransa ve Peru’da sendikalar, yaptıkları lobi çalışmaları ile (sosyal diyalog) işyerlerinin kapanışları sırasında işçilerin maaşlarını güvence altına almaya yönelik düzenlemenin yapılmasını sağladılar. Ancak, uzun vadede işsizlik sigortası geliri ile işçilerin aylık ücretleri arasındaki farkın işverenlerce karşılanıp karşılanmayacağına ve işverenlerin buna ne kadar istekli olacaklarına yönelik belirsizlik bir soru işareti olarak durmaktadır.

Türkiye’ye Dair Notlarla Birlikte Değerlendirme ve Sonuç

Yukarıda daha önce ifade etmiş olduğumuz gibi, market çalışanları başta olmak üzere, ticaret sektörü çalışanları COVID-19 Pandemisinin en savunmasız grupları arasında. Hatta sağlık çalışanlarından sonra en fazla risk altındaki çalışanlar olduklarını ifade edebiliriz. Market çalışanlarından farklı olarak, sağlık çalışanları kimin hasta olduğunu tespit edebilme yeteneğine ve imkanına sahipken, market çalışanları böyle bir imkana sahip değildir. Bu nedenledir ki daha fazla korunmaya ihtiyaçları vardır. Farklı ülke uygulamalarından da görüldüğü gibi bu grup emekçilere yönelik sendikalar aracılığı ile belli kazanımlar elde edilmiştir. Bu kazanımların sendikaların baskıları neticesinde olduğu açıktır. Ülkenin refah içinde olması ya da demokratik kurumlarının işlerliğinden bağımsız olarak sendikal hareketin etkisi yüksektir. Daha önce de ifade etmiş olduğumuz gibi ticaret sektörü işvereni, diğer bir ifade ile ticaret burjuvazisi bu süreçte karını maksimize etmeyi başarmıştır.

Süreç Türkiye’de de çok farklı ilerlememektedir. Sendikaların baskıları ve kamuoyu oluşturmaları neticesinde çalışma yaşamına dair  bazı düzenlemeler yapıldığı görülmekle birlikte, sermayeyi desteklemeye yönelik katkıların yanında cılız kalmıştır. Bu sürecin sınıfsal karakterinin altını daha önce çizmiştik. Emekçi kitleler sesini çıkarmadığı ve gücünü göstermediği sürece göz ardı edilmiştir. Örgütlü örgütsüz işçiler adına görüş bildiren konfederasyonların da görüş ve beyanat vermekten öteye gidemedikleri bir süreçle karşı karşıyayız. Yukarıda örneklerini verdiğimiz ülkelerde elde edilen bazı kazanımların çeşitli eylem ve grevler sonucunda olduğu da bilinmektedir[6].

Türkiye’de ticaret işkolunda örgütlü olan Sendikalar kendi örgütlü oldukları işyerlerine yönelik düzenlemeler için işverenlerle görüşmeler yürütüp, bazı koruyucu önlemler aldırmışlardır.  Buna ek olarak Tez-Koop-İş Sendikası COVID-19 Pandemisinin Türkiye’de görülmesi ile birlikte ulusal basına AVM gibi toplu şekilde çalışılan yerlerin derhal kapatılmasına yönelik uyarı ilanları verdi[7]. Ancak bu uyarının siyasi ve ekonomik erk tarafından önemi daha yeni anlaşılıyor gibi görünüyor.

Buraya kadar uluslararası düzeyle birlikte sendikaların faaliyetlerine yönelik bir değerlendirme yaptık. Bunların genelde örgütlü işçilere yönelik olduğunu düşündüğünüzde buzdağının asıl görünmeyen ve göz ardı edilen kısmı ise sendikasız işçilerin durumudur. Sendikalar örgütlü işyerlerinde önemli ve öncelikli önlemleri aldırabilirken, tabir-i caiz ise güvencesiz işçiler COVID-19 ile aynı ringde, kask ve eldivensiz mücadele etmektedir.

Türkiye’de neler yapılması gerektiğine yönelik birkaç kelam etmek gerekirse; özellikle market çalışanları da sağlık çalışanları gibi ek ödeme ve güvenceye kavuşturulmalıdır. Bu amaçla sendikalar işverenlerle bir araya gelerek protokol imzalamalı, ek olarak da, bu döneme özel hükümet tarafından bu yönde bir düzenleme yapılması sağlanmalıdır. İngiltere, İrlanda, Kanada ve ABD’de market çalışanlarına COVID-19 önlemleri çerçevesinde risk primi ödenmektedir.  Tez-Koop-İş Sendikasının basına da yansıyan ve market işçilerine çalıştıkları saat başına ekstra 5 TL ücret ödenmesi talebi[8] bu doğrultuda atılmış değerli bir adım olarak görülmeli ve desteklenmelidir.

Diğer yandan tüm işyerlerinin denetimi sağlanmalı, özellikle hem müşterilerin birbirleriyle hem de müşterilerin başta kasiyerler olmak üzere tüm çalışanlarla bireysel fiziki mesafelerinin korunması ve ödemelerin de temassız kredi kartı ile yapılmasına yönelik işyeri düzenlemeleri sağlanmalıdır.

Çalışma sürelerinde kısıtlamaya gidilmeli ve bu doğrultuda da çalışanların dönüşümlü olarak işe gelmesi sağlanmalıdır. Bu süreçte artan iş yoğunluğuna bağlı olarak ek istihdamla çalışanların üzerindeki iş yükü azaltılmalıdır.

Ticaret sektörünün diğer önemli kesimi olan mağaza çalışanlarının gelir kayıplarının telafi edilmesi için gerekli fon kaynakları sağlanmalıdır. Fon’un katkısı kesinlikle asgari ücretten düşük olmamalıdır.

Ücretsiz izin uygulamasının önüne geçilmesi için düzenleme yapılmalı, hak edilen yıllık ücretli izinlerin zorla kullandırılması uygulamasının bir hak kaybı niteliğinde olduğu bilinmeli ve bu yönde çalışmalar yapılmalıdır.

Ticaret işkolundaki sendikalarımızın bu süreçte başta üyeleri olmak üzere, tüm sektör işçilerinin sağlığı, güvenliği ve sosyoekonomik durumlarını iyileştirmek için mücadele etmeleri önlerindeki en önemli ve öncelikli görev olarak durmaktadır. Bu krizin faturası da emekçi kitlelere çıkarılmamalı, bu kriz işçi sınıfının ekonomisinden çok hayatını tehdit etmektedir.

 

 

Kaynaklar:

[*]  Sendika Uzmanı – Tez-Koop-İş / Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı Gönüllüsü

[1] https://uniglobalunion.org/news/covid19-uni-commerce-unions-stand-workers-time-crisis

[2] https://uniglobalunion.org/news/auchan-and-carrefour-sign-landmark-declaration-uni-tackle-covid-19

[3] https://www.theaustralian.com.au/nation/politics/coronavirus-union-seeks-pay-boost-for-retail-staff-on-frontline/news-story/b97b71623be38de5685ce6ed7a8fe075?fbclid=IwAR0WfDf6RL6zyBjISMvZQe7N9DKC7NOAQvLQAW4MefGGINxJ97v7Lk3UVDs

[4] https://uniglobalunion.org/news/swedish-union-gains-5000-new-members-during-covid-19-crisis

[5] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/unlu-marka-magazalarini-kapatiyor-1727243

[6] Gall, G. (2020), “Building Picket Line, When We Can’t Stand Together”, https://jacobinmag.com/2020/04/picket-lines-strikes-coronavirus-pandemic-workers

[7] https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/tez-koop-isten-koronaviruse-karsi-avmler-icin-onlem-cagrisi/1769103

[8] Özdemiroğlu, H. (2020), “Risk Aynı, Ödeme Yok”,  http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/unlu-marka-magazalarini-kapatiyor-1727243 (Erişim 26.03.2020)

Covid-19’un Eşitlikçiliği Söylemine Zonguldak’tan Bakmak

 

Covid-19 sürecinde, bu virüsün, ayrım gözetmeksizin, herkese bulaşan eşitlikçi bir virüs olduğu söylemi dolaşıma sokuldu. Oysaki Covid-19 süreci toplumsal eşitsizlikleri, herhangi bir söylemle gizlemenin mümkün olmadığı bir şekilde, gözler önüne serdi. Kabaca bir kategorik ayrımla bakarsak, hali vakti yerinde olanlar, ekonomik durumlarının da buna el vermesiyle, evlerine kapanıp kapıyı arkadan sıkıca kilitlediler ve virüsle karşılaşma olasılıklarını olabildiğince en az düzeye indirdiler. Hayatlarını sürdürebilmek için kesintisiz olarak çalışmak zorunda olanlar ise bunu yapamıyor. Çalışmak zorunda olanlar her gün işine gidip çalıştığı için sağlıklarının bozulması tehdidiyle her an yüz yüze bulunuyorlar. Birçoğu ise çalıştıkları işyerlerinin faaliyetini durdurması nedeniyle çoktan işinden oldu ve süreç uzarsa işinden olanların sayısı daha da artacak. Bu nedenle, Covid-19 süreci emekçi sınıfları yalnızca sağlık açısından değil, ekonomik açıdan da kıskaca almış durumda. Covid-19 sürecinde gün yüzüne çıkan eşitsizlikler birçok boyutu ile yazılıp çiziliyor, konuşulup tartışılıyor. Buna karşın, eşitsizliklerin göz ardı edilen ya da olması gerektiği düzeyde gündeme getirilmeyen boyutları da var. Bu bağlamda, özellikle virüse karşı birinci derecede risk grubu olanların neden bu durumda oldukları yeteri kadar sorgulanmıyor. Sorunun çok fazla görünür olmayan bu boyutu tarihsel olarak kömür madenciliği ile özdeşleşmiş Zonguldak üzerinden irdelenebilir.

Zonguldak, virüse yakalanmış hastaların en yoğun olduğu ilk yedi il arasında bulunuyor. Bilindiği gibi, Türkiye’de, virüse karşı alınan önlemler kapsamında otuz büyükşehire ve Zonguldak’a giriş çıkışlar büyük ölçüde kısıtlandı. Bundan birkaç gün sonra Zonguldak’ta ilçeler arası gidiş gelişler de kısıtlandı. Büyükşehirler için böyle bir önlem alınmasının en başta gelen nedeni, bu illerdeki nüfus yoğunluğu ve buna bağlı olarak virüsün yayılma potansiyelidir. Zonguldak’ın bu kapsama alınması ise var olan halk sağlığı koşullarının burada yaşayan insanları birinci derecede risk grubu haline getirmesi nedeniyledir. İlk olarak neden Zonguldak’ta yaşayanların birinci derecede risk grubunda olduğunu, ikinci olarak da neden risk grubu haline geldiklerini açıklığa kavuşturmaya çalışalım.

Zonguldaklıları birinci derecede risk grubu haline getiren neden, solunum yolu ve akciğer hastalıklarının yörede yaşayan insanlar arasında yaygın olmasıdır. Bu durum herkesçe bilinip dillendirilmektedir. Buna karşın, bu konuda düzenli veriler ya da bu konu hakkında yapılmış araştırmalar yok gibidir. Yörede bu hastalıkların yaygın olduğuna dayanak olarak gösterilebilecek iki resmi veri kaynağı bulunuyor. Bunlardan biri Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı sağlık istatistikleridir. Bakanlık tarafından açıklanan 2018 yılı verilerine göre, Zonguldak Türkiye’de solunum sistemi hastalıklarının en yoğun olarak görüldüğü illerden biridir.[i] Ancak, Bakanlık tarafından açıklanan veriler bu genel bilginin ötesinde konuya ilişkin başka bir detay içermemektedir.

Bu konuda bir başka veri kaynağı Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından yayınlanan meslek hastalığı istatistikleridir. SGK’nın açıkladığı en güncel veriler de 2018 yılına aittir. Buna göre, 2018 yılında Zonguldak’ta 87 kişinin meslek hastalığına yakalandığı saptanmıştır. Bu sayı ile Zonguldak iller sıralamasında üçüncü sıradadır. İkinci sırada olan Kocaeli’de 89 kişide ve birinci sırada olan İstanbul’da 146 kişide meslek hastalığı saptanmıştır. Mutlak sayılar açısından Zonguldak üçüncü sırada olsa da, meslek hastalığına yakalananların toplam sigortalılar içindeki oranına göre bakıldığında birinci sırada olduğu görülmektedir. İstanbul’da m.4/I.a kapsamında sigortalı olanların sayısı 4 milyon 378 bin 98 kişi iken, Zonguldak’ta 102 bin 173 kişidir. Bu da demektir ki, İstanbul’da her 29987 işçiden 1’i meslek hastalığına yakalanmışken, Zonguldak’ta her 1174 işçiden 1’i meslek hastalığına yakalanmıştır. Dikkat çekici bir veri de Zonguldak’ta 2018 yılı itibariyle meslek hastalığı nedeniyle sürekli işgöremezlik geliri almakta olanların sayısının 2320 olmasıdır. Bu veri Zonguldak’ta var olan durumun nicel boyutlarını ortaya koymaktadır. Bu kategoride ikinci sırada 523 kişi ile komşu il Bartın bulunmaktadır. Üçüncü sırada 395 kişi ile İstanbul, dördüncü sırada 239 kişi ile Kocaeli ve beşinci sırada 204 kişi ile Karabük bulunmaktadır.[ii]

Bilindiği gibi Zonguldak yöresindeki meslek hastalıkları solunum yolu ve akciğer hastalıklarıdır. Sorunun nicel boyutlarının resmi istatistiklere yansıyandan daha büyük olduğunu tahmin etmek zor değil. Bunun böyle olduğuna ilişkin iki gerekçe gösterilebilir. Birincisi, bilindiği gibi, Türkiye’de, meslek hastalıklarının tam olarak saptanamıyor olmasıdır.[iii] İkincisi ise, Zonguldak’ta kayıtdışı maden ocaklarının ve kayıtdışı çalışmanın yaygınlığıdır ve kayıtdışı alanda meydan gelen hastalıklar resmi verilere yansımamaktadır.

Zonguldak’ta yaşayanlar arasında söz konusu hastalıkların neden yaygın olduğuna gelince, bunun iki temel nedeni vardır. Biri, 1800’lü yılların ikinci yarısından beri yöredeki kömür madenciliği, diğeri ise, ilki 1940’ların sonlarına doğru faaliyete geçen bugün toplam sayıları yediyi bulan termik santrallerdir. Bilindiği gibi, Osmanlı döneminde, kömür üretiminin başladığı 1860’lı yıllarda Zonguldak halkı devlet tarafından zorla madenlere sokularak karşılıksız çalıştırılmıştır.[iv] Aynı uygulamaya, Cumhuriyet döneminde, II. Dünya Savaşı koşullarında ve tam olarak 1940 yılında çıkartılan meşhur Milli Korunma Kanunu ile yeniden başvurulmuştur. 1960’lardan itibaren uygulanan devletçi kapitalist kalkınma modeli ile madencilik yöredeki başlıca istihdam yaratan sektör haline gelmiştir. Sektör, 1980’lerden itibaren ise, liberal politikalarla birlikte başlatılan özelleştirmelere bağlı olarak küçülerek varlığını sürdürmektedir. Bu durum işsizliğin ve yoksulluğun artmasına ve dolayısıyla kaçak maden ocaklarının ve kayıtdışı çalışmanın yaygınlaşmasına yol açmıştır. Bu nedenle, zaten insan sağlığı açısından tehlikeli olan çalışma koşulları daha da tehlikeli bir hal almıştır.[v]

İnsan sağlığını tehdit eden koşullar yalnızca yerin altındaki madenlerle ve bu koşullara maruz kalanlar da madenlerde çalışan işçilerle sınırlı değildir. Her gün yerin altına girip çalışanlar kömür soluduğu gibi, yerin üstündekiler de, yöredeki termik santrallerin yarattığı hava kirliliği nedeniyle, gündelik olağan yaşamlarında kömür solumaktadırlar. Örneğin, Çevre Mühendisleri Odası’nın termik santrallerin yoğunlaştığı Çatalağzı beldesinde yaptıkları ölçümlere göre, hava kirliliği hem ulusal olarak kabul edilen sınır değeri, hem de Avrupa Birliği ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından kabul edilen sınır değerleri aşmaktadır.[vi] Kömürlü termik santrallerin insan sağlığı üzerinde yarattığı tahribata ilişkin bilimsel çalışmalar, bu santrallerin kirlettiği havanın başta akciğer hastalıkları olmak üzere, beyinde, kalpte, damarlarda ve kanda sağlık sorunlarına yol açtığını ortaya koymaktadır. Bunların yanında düşük yapma, erken doğum, deri ve mesane kanseri ve diyabet gibi sağlık sorunlarına yol açtığı da belirtiliyor.[vii]

Zonguldak halkının Covid-19 karşısında savunmasız kalıp birinci derecede risk grubu haline gelmiş olmasının nedenleri özet olarak böyledir. Osmanlı’dan beri yörede uygulanan ekonomi politik yaklaşımlarla kurban edilen Zonguldak halkı bugün sıkı karantina önlemleriyle Covid-19’dan sakınılmaya çalışılıyor. Asıl mesele onların sağlığını bozan yapısal koşulları ortadan kaldırıp bugün Covid-19, yarın başka bir salgın karşısında birinci derecede risk grubu haline gelmemelerini sağlamaktır. Fişek’e göre bu durum önlenebilirdir, buna rağmen önlenmiyor olması bir insanlık suçudur. Zonguldak bir işçi kentidir, dolayısıyla Zonguldaklının boğuştuğu sağlık sorunları, Fişek’in vurguladığı gibi, sınıfsal bir sorundur ve çözümü de sınıfsal mücadeleden geçmektedir. Bu bağlamda yapılması gereken, üretilecek bilimsel bilgilerin işçi sınıfının örgütlü hareketine aktarılması ve işçi sınıfının örgütlü hareketinin elindeki bütün araçları kullanarak ve gidebileceği bütün yollardan giderek bunun mücadelesini vermesidir.[viii]

 

[i] Sağlık Bakanlığı (2019), Sağlık İstatistikleri Yıllığı 2018, Ankara: Sağlık Bilgi Sistemleri Genel Müdürlüğü, 32.

[ii] SGK (2018), SGK İstatistik Yıllıkları, http://www.sgk.gov.tr/wps/portal/sgk/tr/kurumsal/istatistik/sgk_istatistik_yilliklari (Erişim tarihi: 06.04.2020).

[iii] Gülbiye Yenimahalleli Yaşar (2018),Meslek Hastalıkları ve Meslek Hastalıkları Hastaneleri, Çalışma Ortamı, 156: 19-22.

[iv] Donald Quataert (2009), Osmanlı İmparatorluğu’nda Madenciler ve Devlet, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi

Yayınevi.

[v] Nurhal Çelik (2019), İş Kazalarının Araştırılmasında Epistemolojik Boyut Üzerine Bir Çalışma: Zonguldak Kömür Madenleri Örneği, Yüksek Lisans Tezi, Antalya: Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

[vi] TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, (2018), Zonguldak-Çatalağzı Hava Kalitesi Değerlendirme Raporu, http://cmo.org.tr/resimler/ekler/d876f0a60606044_ek.pdf (Erişim tarihi: 07.04.2020).

[vii] HEAL (Health and Environment Alliance- Sağlık ve Cevre Birliği) (2015), Ödenmeyen Sağlık Faturası: Türkiye’de Kömürlü Termik Santraller Bizi Nasıl Hasta Ediyor?, https://env-health.org/IMG/pdf/03072015_heal_odenmeyensaglikfaturasi_tr_2015_final.pdf (Erişim tarihi: 06.04.2020).

[viii]Gürhan Fişek (1998), Meslek Hastalıkları, Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi, Cilt 2, İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, 378-380.

Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak’a Karşı Her Şey Eskisi Gibi Kalacak

Covid-19 sonrası dönemde hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, tarihin akışının Covid-19 öncesi dönem ve Covid-19 sonrası dönem diye dönemselleştirileceği türünden öngörü, saptama, değerlendirme, analiz vb.’ler dillerden düşmüyor. Özellikle ekonomi politikaları ve sosyal politikalar (sağlık politikaları da dahil olmak üzere) açısından derin bir dönüşüm yaşanacağı yönünde öngörüler ve beklentiler var. Bu öngörü ve beklentilerin özünü, özellikle sağlık sektörünün piyasalaşması bağlamında ipliği pazara çıkmış olan yeni liberal politikaların yerini devletçi uygulamaların alacağına ilişkin tartışmalar oluşturuyor. Örneğin, Harvey, Amerika Birleşik Devletleri’nde Trump yönetiminin uygulamaya koyacağı, daha doğrusu koymak zorunda kalacağı kurtarma politikalarının Bernie Sanders’ın seçim sürecinde önerdiğinden daha “sosyalist” nitelikte olacağını ileri sürüyor.[i] Memleket özelinde ise rotanın bir an önce devletçi kapitalizm yönüne döndürülmesi ve bir dizi kamulaştırma yapılması için çağrılar var.[ii] Yine yurdumuzda, özel hastanelerin, ilk bakışta şaşırtıcı gibi gözükse de, aslında içinde bulundukları durum açısından rasyonel olan, “devlet bize el koysun” biçimindeki yakarışı var.

Bu öngörü, beklenti ya da taleplerle eş zamanlı olarak siyasal iktidarlar da Covid-19 günlerinden nasıl çıkılacağına ilişkin ekonomi ve sosyal politikalarını bir bir duyurup büyük miktarlarda kamusal harcama yapacaklarını taahhüt ediyorlar. Öyle ki, örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılacak kamusal harcamanın (2.2 trilyon dolar), ülke tarihinde bu amaçla yapılan en büyük çaplı harcama olacağı belirtiliyor.[iii] Avrupa ülkelerinde de milyarlarca avro tutarında kamusal harcama paketleri oluşturulduğu müjdeleniyor. Almanya 2020 bütçesine bir kısmı küçük işletmelere destek olmak için harcanmak üzere 156 milyar avro tutarında ek ödenek koyduğunu ve 250’den fazla çalışanı olan büyük firmalar için de 500 milyar avro tutarında bir mali yardım planı hazırlamakta olduğunu duyurdu. Fransa’da 45 milyar avro ve İtalya’da 25 milyar avro tutarında olacağı tahmin edilen harcamalar yapılacağı taahhüt edildi. İspanya’da ise 200 milyar avro tutarında bir harcama yapılacağının sözü verildi ve bu tutarın da İspanya tarihindeki en büyük çaplı kamusal harcama olacağı belirtildi. İngiltere’de ise, sonradan daha da artırılacak olmakla birlikte, an itibariyle, 39 milyar avro tutarında bir harcama yapılmasının kararlaştırıldığı açıklandı.[iv]

Landler, Castle ve Mueller, Birleşik Krallık’ta hükümetin yapacağı harcamaların virüse karşı insanlara değil, kapitalist ekonomiye koruyucu kalkan olduğunu ileri sürmektedir.[v] Aslında bu tespiti genelleştirmek gerekiyor, çünkü diğer ülkelerde de birincil önceliğin kapitalist ekonomiyi koruyup kollamak olduğu açıktır. Şunu da söylemek gerekir, kamusal harcamaların olabilecek en düşük düzeyde tutulmasının temel düstur olduğu yeni liberal çağda, böylesine yüksek düzeyli kamusal harcamalar hiç de yeni değildir. Bir diğer meşhur örneğini 2008 ekonomik krizinde de gördüğümüz gibi, yaşanan ekonomik krizlerde kapitalist devletlerin, sözü edilen düstura rağmen, uyguladığı bilindik reçetelerdir.

Yapılması kararlaştırılan kamusal harcamalara bakılırsa, bunların tamamının kapitalist firmaları kurtarmayı amaçlayan doğrudan ya da dolaylı desteklerden ibaret olduğu görülmektedir. Paraların büyük kısmı kapitalist firmalara yönelik kredi desteği, vergi indirimi, birtakım teşvikler vb. biçiminde kapitalist firmalara doğrudan destek olarak ayrılmaktadır. Küçük bir miktar da, başta işsizler ve yoksullar olmak üzere emekçi sınıflara aktarılacaktır. Bu da yine kapitalist firmalara verilecek olan dolaylı destektir. Emekçi sınıflara aktarılacak küçük tutarlar ile bu kesimlerin satın alma gücünü artırarak bu yolla talebi canlı tutmak amaçlanmaktadır.

Bilindiği gibi, yerelde de “ekonomik istikrar kalkanı” başlıklı bir önlem paketi açıklandı. Batılı örneklerle kıyaslandığında tahsis edilen para miktarının daha düşük (100 milyar TL olarak dillendirildi) ama mantığının genel olarak aynı olduğu görülmektedir. İçeride de paranın büyük kısmı kredi desteği başta olmak üzere vergi bağışıklığı, asgari ücret desteği vb. kanallardan kapitalist firmalara nefes aldıracak doğrudan desteklere tahsis edilmiştir. Ancak bu desteğin asıl olarak belirli büyük sermaye çevrelerine verileceğini öngörmek zor değildir. Buna ek olarak, firmalara, kısa çalışma uygulamasının kolaylaştırılması ve telafi çalışma süresinin uzatılması gibi iki can simidi daha atılmaktadır. İstikrar kalkanı olarak tahsis edilen paranın çok küçük bir kısmı ise, başta emekli maaşlarına yapılan zamlar ve yoksulluk yardımları olmak üzere, birtakım sosyal harcamalar yoluyla emekçi sınıflara aktarılacaktır.

Görüldüğü gibi, kapitalist devletler, kriz ortamında, liberal düşüncenin ve piyasa düzeninin başına bir iş gelmesini önlemenin telaşındadır. Kapitalist toplumsal düzende devletin varlık nedeninin, her şeyden önce, sermaye birikim sürecini garantiye almak olduğu görüşü bir kez daha doğrulanmıştır. Krizden çıkış için uygulamaya konulan ekonomi politikaları, yeni liberal düşünceden taviz verilmeksizin, bütünüyle piyasanın işleyişine destek olacak kalemleri, bununla uyumlu bir yaklaşımla sosyal politikalar ise hayırseverlik anlayışına göre oluşturulan en düşük düzeydeki yardımları içermektedir. Bu da gösteriyor ki, krizden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak görüşü boşa çıkacak ve her şey eskisi gibi kalacak!

Başta da söylendiği gibi, ekonomi politikaları ve sosyal politikalar bağlamında hiçbir şey eskisi gibi olmayacak görüşü devletçi kapitalist düzene geçişi ima etmektedir. Buna karşın gerek dışarıda gerekse içeride hükümetlerin kapitalist firmaları kurtarmaya yönelik olarak devreye soktuğu büyük çaplı kamusal harcamalar, bir kamulaştırma hareketini (İspanya’da, teknik detaylarını henüz bilmediğimiz, özel hastanelerin devlet kontrolüne alındığı tekil örnek dışında) içermemektedir. Demek oluyor ki, devletçi kapitalizme dönüş yönündeki öngörü, özlem, beklenti, çağrı vb. daha baştan boşa çıkmış durumdadır.

Peki devletçi kapitalizme geçilirse hiçbir şey eskisi gibi olmayacak görüşü gerçekleşmiş mi olur? Hayır, gerçekleşmiş olmaz diyelim ve neden öyle olmayacağına dair gerekçelerimizi ortaya koymaya çalışalım.

Gramsci, tarihsel politik analizlerde organik hareketlerle devrevi (konjontürel) hareketlerin birbirine karıştırılmasının yaygın bir sorun olduğuna dikkat çekiyor.[vi] Gramsci’nin bu saptamasından yola çıkarsak, kapitalist toplumsal düzen organik harekettir, bu düzende liberal bir ekonomi politikası benimsemek ya da devletçi kapitalist bir düzen kurmak ise devrevi hareketlerdir. Devrevi hareketler işin organik (kapitalist) özüne aykırılık oluşturmaz. Dolayısıyla, devletçi kapitalizme geçilse bile, bu, eskiden bir kopuş yaşanmış olduğu anlamına gelmez. Kısacası, liberal düzenden korumacı-devletçi düzene geçiş ya da tam tersi yönde bir geçiş, yine Gramsci’nin ifadesiyle söylersek, egemen sınıflar arası rotasyonun olduğu devrevi bir hareketten ibarettir.[vii]

Diğer taraftan, devletçi kapitalist görüş, kapitalist gelişmenin erken dönemlerinden beri hep var olan bir kuramsal yaklaşımdır. Bu kuramın, tarihsel süreçte, hem içeride (1930-1945 arası ve 1960-1980 arası dönemler) hem de dışarıda (1945-1970’ler arası dönem) resmi ekonomi politikası haline geldiği dönemler de olmuştur. Demek ki, kuramsal yaklaşım ve uygulama olarak da devletçi kapitalist görüş yeni değidir.

Bu gerekçelerle, bugünkü krizden çıkışın reçetesi olarak devletçi kapitalist bir düzene geçilirse hiçbir şey eskisi gibi olmayacak görüşü gerçeklik kazanmış olmayacaktır. Dahası devletçi kapitalist düzene geçişi savunmak, özünde işçi sınıfının çıkarlarını birincil öncelik konumuna koyan bir yaklaşım da değildir. Jessop’un dediği gibi, refah devleti uygulamaları, öncelikli olarak, kapitalist birikim rejimini güvenceye alan uygulamalardır.[viii] Buna rağmen, işçi sınıfının, liberal yaklaşımın egemen olduğu dönemlere kıyasla korumacı-devletçi yaklaşımın egemen olduğu dönemlerde daha iyi çalışma ve yaşama koşullarına sahip olduğu da inkar edilemez bir gerçekliktir. Elbette bu, işçi sınıfının kapitalizmin erken dönemlerinden beri yürüttüğü uzun soluklu tarihsel mücadele ile elde ettiği bir sonuçtur.

Geçmişte bu yaklaşımın resmi ekonomi politikası haline gelmiş olması ilgili dönemlerin özgül koşullarıyla ilgilidir. Sovyetler Birliği’nin varlığı, 1929 Ekonomik Krizi’nin ve II.Dünya Savaşı’nın yarattığı tahribat, sermaye sınıfının iç çelişkileri ve sermaye sınıfına karşı işçi sınıfının yükselen örgütlü mücadelesi devletçi kapitalizme geçişin belli başlı itkileridir. Herkesçe bilinen bu konuyu burada daha ayrıntılı ele almaya ne yer ne de gerek var.

Covid-19 krizi sonrasında devletçi politikalara geçilmesi -bunun eskiliği ya da yeniliği bi yana- olanaklı gözükmemektedir. Çünkü bugün böylesi bir dönüşüme yol açacak itkilerin var olduğu söylenemez. Covid-19 günlerinde devletçi kapitalizme ilişkin tartışmalar krizin ardından bunun kim tarafından ve nasıl gerçekleştirileceği konusu belirsiz bir içeriğe sahiptir. Her zaman olduğu gibi bu krizden de en büyük kayıpla çıkacak toplumsal kesimin işçi sınıfı olduğu herkesçe bilinen gerçekliktir. Karadoğan’ın, kriz ortamında işçi sınıfı adına dile getirilen talepleri derlediği çalışmasına göre, sendikalar korporatist bir uzlaşı zemini arayışı içindedir. Bu bağlamda, sendikaların attığı somut adımlar ise, işverenlere ve devlete çağrıda bulunmaktan ibarettir.[ix] Bu çağrılar da karşılık bulacağa benzemiyor.

Sonuç olarak Covid-19 günlerinden sonra iktisadi ve sosyal politikalarda dönüşüm yaşanacağına dair hiçbir şey eskisi gibi olmayacak görüşü “yeni” sıfatını gerektirecek bir içeriğe sahip değildir. Böyle bir dönüşüm olası da gözükmemektedir. Çünkü Covid-19 krizi sonrası dönüşüm yaşanacağı ya da yaşanması gerektiği yönünde ortaya atılan görüşler, özellikle bunu gerçekleştirecek nitelikte bir işçi sınıfı hareketinin olmadığı ortamda, öznesi belirsiz dilek ve temenniler niteliğindedir. Covid-19 sürecinin kendiliğinden bir dönüşüme yol açıp istenilen toplumsal düzene geçişi sağlaması beklenemez. Gelecekte bu tür salgınlarla yeniden karşı karşıya kalacağımız bilimsel bir gerçekliktir. Salgın, savaş, işsizlik, yoksulluk, kıtlık, açlık ve diğer bütün yaşamsal sorunlara kapitalist sistemde kalınarak çözüm üretilemeyeceği de bilimsel bir gerçekliktir. Yalnızca salgınların değil, diğer bütün sorunların çözümü köklü bir toplumsal dönüşümü gerekli ve zorunlu kılmaktadır. Dönüşüm için dilek ve temennilerin ötesine geçip gerçekçi önermeler geliştirmek gerekiyor.

[i] David Harvey, Anti-Capitalist Politics in the Time of COVID-19, (20.3.2020), https://jacobinmag.com/

[ii] Sosyal Bilimcilerin Çağrısı, https://sosyalbilimcilerincagrisi.com/

[iii] Senate approves $2.2 trillion coronavirus bill aimed at slowing economic free fall, 26.3.2020,

https://www.washingtonpost.com/business/2020/03/25/trump-senate-coronavirus-economic-stimulus-2-trillion/

[iv] How European economies are trying to mitigate the coronavirus shock, 17.3.2020, https://www.ft.com/content/26af5520-6793-11ea-800d-da70cff6e4d3

[v] Mark Landler, Stephen Castle ve Benjamin Mueller, U.K. Shields Its Economy From the Virus, but Not Yet Its People, 11.3.2020, https://www.nytimes.com/2020/03/11/world/europe/economy-britain-coronavirus.html

[vi] Antonio Gramsci, (2000), The Gramsci Reader –Selected Writings 1916-1935, (Edited by David Forgacs), New York: New York University Press, 201-202.

[vii] Gramsci, aynı eser, 210-211.

[viii] Bob Jessop (2002), The Future of the Capitalist State, Cambridge: Polity Press, 148.

[ix] Emirali Karadoğan, COVID-19 Krizinde Ticaret Sektöründe Sendikal Mücadele, https://www.academia.edu/42341963/COVID-19_Krizinde_Ticaret_Sekt%C3%B6r%C3%BCnde_Sendikal_M%C3%BCcadele, erişim: 29.3.2020.

Yarınlar mı İnşa Ediliyor, Yoksa Bugünler mi Gasp Ediliyor?

Mutlu yarınlardan, gelecekteki güzel günlerden dem vurulur hep. Bugün yoktur, gelecek vardır. Önemli olan gelecektir, her şey gelecek içindir. Bütün güzelliklere gelecekte ulaşacağızdır, bunun da bir bedeli vardır ve işte bu bedel de bugün katlanmak zorunda olduklarımızdır, bugün çektiğimiz çile ve meşakkattir. Güzellikler gelecekte yaşanmak üzere ertelendiği gibi, sorulacak hesapların da hep gelecekte sorulacağı söylenir: “Gün gelecek, devran dönecek falan-filan halka hesap verecek”.

Yarınlarda özlemini duyup, hayalini kurduğumuz güzelliklere kavuşup-kavuşamayacağımızı ya da bugünkü hesaplarımızı yarınlarda görüp-göremeyeceğimizi bilmek için herhalde kahin, büyücü vb olmaya gerek yok. Bugün geleceğin kuruluş aşaması ise geleceğe dair umut beslemek için gerçekçi nedenlerimiz olduğu söylenemez.

Çocukların yaşadıklarına bakarak umut beslemek nasıl mümkün olabilir ki !

Zor Durumda Kalan Üniversite Öğrencileri

BÜYÜTEÇ

( Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri öğrencileri )

Zor durum değişken bir kavramdır. Herkes için aynı anlamı taşımadığı gibi, herkesin zorluklar karşısındaki davranışı da aynı olmuyor. Üniversite öğrencilerine yönelik uyguladığımız soruşturmalarda, bir yandan okullarında tutun uğraşı veren öğrencilerin bir yandan da öğrenim-dışı etmenlerle yüzyüze olan mücadelelerine açıklık getirmeye çalıştık.

Öğrencilerin kendi sorunlarına yaklaşımları …
Her şeyden önce, “sosyal güvenlik” diyebileceğimiz şemsiyenin çok dar ve öğrencilerin zor durumlarını kapsamaktan çok uzak olduğunu gördük. Çünkü, sosyal güvenliğin, yalnızca hastalanıldığında akla gelmesi ve herkesi kapsamaması kanıksanmıştır.

Küreselleşme, Neo-Liberal Politikalar ve Sosyal Hizmet (ler)

Giriş: Bir Süreç ve Kavram olarak Küreselleşme
Küreselleşmeye ilişkin kuramlar son yirmi yıllık zaman diliminde formüle edilse de (Albrow, 1997; Axford, 1995; Delanty, 2000; Featherstone, 1990; Jameson, 1998; Robertson, 1992; Waters, 1995 akt: Ahmadi, 2003: 16) küreselleşmenin yeni1 bir kavram olmadığı konusunda fikir birliği bulunmaktadır (Dickens, 1992, akt: Ahmadi, 2003: 16). Yüzlerce yıldır, ekonominin, politikanın, bilginin ve kültürün küreselleşmesi süreci eş zamanlı olarak devam etmektedir2. Ancak, küreselleşme kavramına yüklenen anlamlar farklılaşmakta ve kavramın doğası, tanımlama zorluğu yaşanmasına neden olmaktadır. Bunun en temel nedeni, ideolojilerin ve toplumsal koşulların küreselleşmeye bakışı doğrudan etkilemesidir. Küreselleşme, “farklı insanların, ekonomilerin ve politik süreçlerin küresel düzeyde bütünleştiği” bir süreci ifade etse de (Midgley, 1997: xi) kültürün, politikanın ve bilginin küreselleşmesinden daha çok ekonominin küreselleşmesi konusunun tartışıldığı açıktır.

Kentsel Değerler ve Kentlileşmek Üzerine Gözlemler

Kentli olmak, mekânsal olarak kentlerde yerleşmek, yaşamak ve çalışmak anlamına gelmektedir. Ancak tüm bu koşullar, kentlileşme sürecinin yalnızca bir parçasıdır. Kentlileşme sürecinin tamamlanabilmesi için, kentli değerlerin içselleştirilmesi gerekmektedir. Kentlileşmek, modern kentlerin sağladığı olanaklardan faydalanabilmek, kentsel bir forma uygun bir hayat sürmek anlamına gelir. Modernite kavramı, tüm kurumlarıyla birlikte kent yaşamı ile bağlantılı bir yapıya sahiptir.

Gerçek anlamda kentlileşmenin üç belirleyeni vardır: Bunlar, sosyal hakların kullanılması, mekânsal açıdan kentin kullanılması ve kentsel hizmetlerden faydalanılması ve kentsel tüketim kalıplarının benimsenmesidir. Sanayileşmenin Batı kentlerinde hız kazanmasıyla birlikte kitlesel üretim-kitlesel tüketim çarkının dönmesi, kentlerde formel istihdam olanaklarına sahip kesimlerin tüketim kalıplarını benimseyebilmesi ve bunu hayat tarzlarına yansıtmalarıyla mümkün olmuştur. Bu süreçte, kentli olmanın bir yüzü, modern kapitalist üretim biçimlerine uygun olarak üretilen ürünlerin tüketilmesi olarak ortaya çıkmaktadır.

Kentli Hakları Çerçevesinde Kentleşme

Kentli olmak, mekânsal olarak kentlerde yerleşmek, yaşamak ve çalışmak anlamına gelmektedir. Ancak tüm bu koşullar, kentlileşme sürecinin yalnızca bir parçasıdır. Kentlileşme sürecinin tamamlanabilmesi için, kentli değerlerin içselleştirilmesi gerekmektedir. Kentlileşmek, modern kentlerin sağladığı olanaklardan faydalanabilmek, kentsel bir forma uygun bir hayat sürmek anlamına gelir. Modernite kavramı, tüm kurumlarıyla birlikte kent yaşamı ile bağlantılı bir yapıya sahiptir.

Gerçek anlamda kentlileşmenin üç belirleyeni vardır: Bunlar, sosyal hakların kullanılması, mekânsal açıdan kentin kullanılması ve kentsel hizmetlerden faydalanılması ve kentsel tüketim kalıplarının benimsenmesidir. Sanayileşmenin Batı kentlerinde hız kazanmasıyla birlikte kitlesel üretim-kitlesel tüketim çarkının dönmesi, kentlerde formel istihdam olanaklarına sahip kesimlerin tüketim kalıplarını benimseyebilmesi ve bunu hayat tarzlarına yansıtmalarıyla mümkün olmuştur. Bu süreçte, kentli olmanın bir yüzü, modern kapitalist üretim biçimlerine uygun olarak üretilen ürünlerin tüketilmesi olarak ortaya çıkmaktadır.

Sanayileşme, Yoksullaşma, Kentleşme ve Çevrenin Yoksunlaşması Döngüsü

Sanayileşme – Yoksullaşma – Kentleşme – Çevrenin Yoksunlaşması… Bu dört kavram arasında döngüsel bir ilişki vardır. Hangisinin daha önce çıkıp, diğerinin ortaya çıkmasına yol açtığı uzun uzun tartışılabilir. Bunun yerine, zamanımızı, bunların arasındaki ilişkileri ve bu ilişkilerin çözülmesine harcamak daha yerinde olur.

Bu dört olgu arasında “gel-git” ilişkisi vardır. Sanayileşme bütün sorunları besleyen “ana” oldu. Sanayileşme yoksullukları derinleştirdi; bu kaçınılmazdı. Çünkü sanayiin gelişmesi için sermaye birikimine gereksinme vardı. Çoğunluk gelirinden yitirmeliydi ki, azınlığın elinde daha çok kaynak biriksin. Bir yandan küçük bir azınlık daha da zenginleştirilmekte, büyük çoğunluğun yoksulluğu artmakta… Artan yoksulluk ise, sanayi için daha düşük ücrete ve olumsuz koşullara hazır “yedek işçi ordusu” yaratmaktadır.

Türkiye’nin Nüfussal Dönüşümü Üzerine Bir Görüş

Türkiye’nin Nüfussal Dönüşümü Üzerine Bir Görüş
(Çalışma Ortamı Dergisi, Temmuz Ağustos 2016 Sayı: 147)

Nüfussal dönüşüm kuramı,1940’lı yıllarda beş evreli olarak ortaya atıldı, daha sonra üç evreli olarak benimsendi1. Kurama göre tarihte tüm toplumların uzun dönem olarak yaşadığı ilk evrede doğum-ölüm hızları çok yüksek olduğu için, düşük hızlı bir nüfus artışı gerçekleşti. İkinci evre, sanayileşmeye başlayan Avrupa ülkelerinde sağlık koşullarının iyileşmesi, yaşam standardının göreli olarak artması sonucu ölüm hızlarının düşmesiyle başladı. İzleyen yıllarda sağlık koşulları ile yaşam standardı doğurganlığı da azalma yönünde etkiledi. Doğum-ölüm hızlarındaki farklılıktan ötürü ikinci evrede nüfus en çok %1.2 düzeyinde artışını sürdürdü. Üçüncü evrede ise doğum-ölüm hızları arasında düşük düzeyde yeni bir denge kuruldu, nüfus artış hızı azaldı. Kuramın öngörüsüne göre bu evreden sonra doğum hızı, yaşlanan nüfustan ötürü artacak ölüm hızlarının altına inecek, göçe kapalı toplumlarda nüfus azalmaya başlayacaktı. Günümüzde nüfusun azalması, doğum-ölüm farkı olarak bazı Avrupa ülkeleri ve ABD için geçerli; fakat bu ülkeler uyguladıkları nitelikli nüfusu ülkelerine çekme politikaları ile nüfuslarının azalmasını şimdilik durdurmayı başardılar.

İstatistiklerle Çocuk-2014: Mızrak Çuvala Sığmamış

Giriş Yerine…

2015’in Nisan ayında TÜİK, “İstatistiklerle Çocuk-2014” adlı istatistiki derleme çalışması yayımladı. Çalışmadaki veriler başka araştırma verilerinden damıtılarak, seçilerek düzenlendiği için yalnızca buzdağının görünen kısmını göstermektedir. Veriler, bir birey olarak çocukların herhangi bir durumuna, gerçekliğine ilişkin, ayrıntılı, incelikli değerlendirmeler yapılmasını sağlayacak açıklıkta değildir1. İstatistiki verilerdeki “bilginin doğruluğu, geçerliği ve güvenirliğinin yanı sıra bu bilgiden üretilecek politik kararların toplum yararına çözümler getirmesi temel ilke” (Peker, 2009) olmalıdır. Bu noktadan bakıldığında, TÜİK’in çalışmasında, Alpaslan Işıklı’nın özdeyişinde olduğu gibi “Mızrak çuvala sığdırılmaya çalışılmış.” Çalışmada, Birleşmiş Milletler’in (BM) Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’nde2 (ÇHS) belirtilen hakların en temeli sayılan çocuğun bir birey olduğu ilkesinin pek de onaylanmadığı anlaşılmaktadır.

Türkiye’de Mülteci Çocuk Olmak

Türkiye’de Mülteci Çocuk Olmak

Eski dönem tarih araştırmaları ve çalışmaları daha çok bir olay veya durumun gerçekten geçmişte yaşanıp yaşanmadığı, yaşandıysa nasıl yaşandığı ile ilgilenmiştir. Akademik anlamda bu bakış açısı geçirdiği paradigma değişikliği ile bugün, bir olayın yaşanıp yaşanmadığının kesinliği ile ilgilenmekten çok bu olay veya durumun -gerçekten gerçekleşmemiş olsa bile- toplumda, siyasal alanda veya ekonomide yarattığı etkiyi ve buna bağlı değişimi odak almaya başlamıştır.

Bugün Suriye’de yaşananların daha iyi anlaşılması için iç savaşın nedenleri çok iyi araştırılmalıdır. Bu çalışmanın asıl hedefi başlı başına bu araştırmayı yapmak olmamakla birlikte; nedeni veya nedenleri ne olursa olsun, bu durumun öncelikle Suriye’yi, daha sonra da çevresindeki diğer ülkeleri etkilediği kabul edilmektedir. Bu çalışmada; öncelikle sığınmacı çocukların; sığınmacılar arasındaki dağılımı, Türk mülteci mevzuatının durumu ve sığınmacı çocukların Türkiye’de çocuk haklarının hangilerinden nasıl faydalanabildikleri birkaç örnek çalışma ile anlatılmaya çalışılacaktır. Daha sonra da durum toplumsal açıdan ele alınmaya çalışılacaktır.

Takke Düştü …

Takke düştü, kel göründü” sözü, bir şeylerin örtbas edilmesi için yapılanların, sonuç vermemesi ve “gizlenen”in farkedilmesini anlatır. AKP iktidarında, bu takke o kadar çok düştü ki… Ama bunu yapanlar, eğilip o takkeyi yerden almaktan bıkmadı.

İktidarın söz ve eylemlerindeki tutarsızlığın son örneği, kamu kesimindeki taşeron işçilerinin kadroya alınması “sözü”dür. “Kadroya alınacaksınız” dendiğinde, taşeron işçisi için memur güvencesine kavuşma ve emekli olana kadar iş, ekmek garantisi anlamına geliyor. Ama iktidar aynı şeyi kastetmiyormuş.

Her şeyden önce seçmece bir yaklaşım var.

Aslında Kaşınan Kim?

Bir varmış bir yokmuş. Dünyanın bir yerinde “başını kuma gömenler ülkesi” varmış. Bir tehlike gördüğünde ya da korktuğunda, hemen insanlar başlarını kuma gömerlermiş. Sanırlarmış ki, öyle yaparlarsa, canavar onları görmez, yanlarından geçer gider. Bazen düşündükleri gibi olurmuş. Onlar da sanırlarmış ki, canavar onları görmedi. Sevinirlermiş. Herkese kendileri gibi yapmalarını öğütlerlermiş. Zaten canavarın da istediği buymuş. Herkesin başını kuma gömmesini, yaptıklarını ettiklerini görmemelerini, kötülük kendilerine ulaşana kadar sessiz kalmalarını istermiş.

Böylece bu masal ülkesinde bir çok canavar yaratılmış. Bu canavarlardan birinin adı da “iş kazaları”ymış. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi.

2014 İş Kazalarının Maliyeti

Ülkemizde iş kazaları ve meslek hastalıkları ile ilgili, oldum olası, eksik bilgilerimiz olmuştur. Bunun başlıca nedenleri, kayıt dışı istihdam, gözden kaçırma çabası ve sosyal sigorta yasalarındaki tanımlarındaki sınırlılıklardır.

Kayıt dışı istihdam vs nedeniyle “ölüm” dışındaki iş kazalarıyla meslek hastalıkları kolayca gözlerden kaçırılabilmektedir. Sosyal güvenliğin kapsamı ve özellikle farklı kümelere (5510 sayılı yasa, madde 4-a,b,c), farklı normlar uygulanması da, kapsam konusunda önemli sınırlılıklar getirmektedir.

SGK istatistiklerinden söz ettiğimiz zaman, özünde yasanın 4-a olarak nitelenen ücret karşılığı çalışanlara (eski SSK), ilişkin iş kazaları ve meslek hastalıkları ile ilgili bilgilerle karşılaşmaktayız. Öte yandan, iş kazalarının görünür karakterine karşın, meslek hastalıklarının gizli ve yıllar sonra ortaya çıkabilen karakteri dolayısıyla, çoğu meslek hastalığı tanı konulmadan gözlerden kaçıp gitmektedir.

Bu yazımızda da, iş kazası istatistiklerine, bu kısıtlarla ve özellikle toplumsal maliyeti açısından yaklaşacağız. Ama bunun hiç yoktan iyi olduğunu düşünmekteyiz. En azından elde edilenleri ve kısıtlılıkları tartışma olanağı bulmaktayız. Meslek hastalıklarını başka bir yazıda ele almayı düşündük. Çünkü meslek hastalıklarının toplumsal maliyeti tartışmaları bambaşka özellikler taşımakta ve daha çok onun “gözden kaçırılması” olgusu ile açıklanmaktadır.

Kırk Katır mı? Kırk Satır mı?

Ülkemizde iş kazaları ve meslek hastalıkları ile ilgili, oldum olası, eksik bilgilerimiz olmuştur. Bunun başlıca nedenleri, kayıt dışı istihdam, gözden kaçırma çabası ve sosyal sigorta yasalarındaki tanımlarındaki sınırlılıklardır.

Kayıt dışı istihdam vs nedeniyle “ölüm” dışındaki iş kazalarıyla meslek hastalıkları kolayca gözlerden kaçırılabilmektedir. Sosyal güvenliğin kapsamı ve özellikle farklı kümelere (5510 sayılı yasa, madde 4-a,b,c), farklı normlar uygulanması da, kapsam konusunda önemli sınırlılıklar getirmektedir.

SGK istatistiklerinden söz ettiğimiz zaman, özünde yasanın 4-a olarak nitelenen ücret karşılığı çalışanlara (eski SSK), ilişkin iş kazaları ve meslek hastalıkları ile ilgili bilgilerle karşılaşmaktayız. Öte yandan, iş kazalarının görünür karakterine karşın, meslek hastalıklarının gizli ve yıllar sonra ortaya çıkabilen karakteri dolayısıyla, çoğu meslek hastalığı tanı konulmadan gözlerden kaçıp gitmektedir.

Bu yazımızda da, iş kazası istatistiklerine, bu kısıtlarla ve özellikle toplumsal maliyeti açısından yaklaşacağız. Ama bunun hiç yoktan iyi olduğunu düşünmekteyiz. En azından elde edilenleri ve kısıtlılıkları tartışma olanağı bulmaktayız. Meslek hastalıklarını başka bir yazıda ele almayı düşündük. Çünkü meslek hastalıklarının toplumsal maliyeti tartışmaları bambaşka özellikler taşımakta ve daha çok onun “gözden kaçırılması” olgusu ile açıklanmaktadır.