Yoksulluk ve fakirliğin tarihi, insanlık tarihi kadar eski olsa gerek. Çünkü topluluk halinde yaşadığı bilinen ilk insanlar arasında bile temel gereksinmelerini karşılamak konusunda daha şanslı olanlar ve daha zor durumda olanlar hep var olmuştur. Ancak fakirlik ve yoksulluk gibi kavramlar, özellikle sanayi devrimiyle birlikte, toplumda sınıflar arası servet, gelir dağılımı ve yaşam koşulları açısından büyük uçurumlar oluştuktan sonra dikkat çekmeye başlamıştır. İster siyasal ister sosyal ister iktisadi, ne nedenle olursa olsun, yığınlarla insanın çok zor koşullar altında yaşaması ve sefalete mahkum olması, diğer taraftaysa sayıca küçük bir azınlığı oluşturan grubun büyük bir zenginlik ve refah içinde yaşıyor olması, doğal olarak tepkilere neden olmuştur. Ve bu, özellikle batı Avrupa ülkelerinde örgütlü hareketlerin başlamasını tetiklemiştir. Birçok karşı koymaya, sınıfsal ve ideolojik mücadeleye karşın, liberal ekonomik sistem 19 ve 20’nci yüzyıllar boyunca bir taraftan büyük bir zenginlik ve refah yaratırken diğer taraftan da milyonlarca insanı açlık ve sefalete itmiştir. Bu gelişmeler farklı ülkelerde farklı şekillerde kendini göstermiş ve genel olarak sosyal, siyasal ve iktisadi haklardan ve varlıklardan yoksun olan insanlar, sosyal devlet kavramı ve uygulama alanı genişledikçe daha büyük bir ilginin odağı haline gelmişlerdir.