HEDEF : 506 YERİNE 224

Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı : 5    Yıl : Kasım Aralık 1992

Bir sağlık hizmetinin başarısının en önemli göstergesi, toplumda, o alanda herhangi bir sorun görülmemesi ve yakınmaya yol açmamasıdır. Çıkabilecek tek tük sorunların da “hızla” ve “kişiye doyurucu hizmet sunularak” karşılanacağı konusunda güven vermesidir.

Bu ölçütü kullandığımızda SSK’nın sağlık hizmetlerine toplumca “GEÇMEZ” notu verildiği bir gerçektir. Bakmakla yükümlü olduğu kişilerle birlikte toplumun yarısını kavrayan, ülke ilaç tüketiminin üçte birini emen bu kuruluştan beklenen bu değildir.

Bu neden böyledir?

Bir kez, saptanması gereken nokta, sorunun bugünkü hükümetle birlikte başlamadığıdır. Ama yıllardır SSK’ya egemen olan politika bugün de sürdürülmeye çalışılmaktadır.

Sistem, Şili’den Sonra Türkiye’de Deneniyor

Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı :   86  Yıl : Mayıs Haziran 2006

Cumhuriyet Gazetesi Strateji Eki, Sayı: 97, 8 Mayıs 2006

SBF Öğretim Üyesi Prof.Dr.Gürhan Fişek, AKP’nin sosyal güvenlik reformunun daha önce Şili’de uygulanan sistemle benzerlikler taşıdığını belirterek, “Para eksenli bir hareket olan bu reform, güç odakları için yapıldı. Bu bir reform değil, borç ödemesidir” irdelemesini yaptı. Sosyal dayanışma mekanizmalarının ortadan kaldırılması ile korkuya düşen insanların üretebildikleri tek çözümün “bireysel kurtuluş” olduğunu kaydeden Fişek, “O da ne yazik ki, günü kurtarmaktan öteye gidememektedir”.

YOKSULLUKLA SAVAŞ (YOS)

Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı :  24   Yıl : Ocak Şubat 1996

“Yoksulluk, nerede olursa olsun,
refah için bir tehlike oluşturur.

 

Yoksulluğa karşı savaşın, her ulus tarafından amansız
bir kararlılıkla ve ortak refahı geliştirmek üzere,
… uyumlu bir uluslararası çabayla
verilmesi gerekir”

EYLEMİN TEMEL YAKLAŞIMI

Maslow’un “İnsanların davranışlarına yön veren ana temanın gereksinmeler olduğundan yola çıkarak Gereksinme Sınıflandırması’nı ortaya koyması“, Roosvelt’in “Gereksinmeden Kurtulma Hakkını, temel insan hakkı olarak ortaya atması“, ilk kez “insan haklarının -adı konularak- uluslararası düzeyde bir belgeye bağlanması“, hepsi ve daha başkaları, iki dünya savaşının ardından gerçekleşmiştir.

İki dünya savaşı ve özellikle de ikincisi, dünyaya ders olmuştur. Devler arasındaki ekonomik çatışmaların, ulusları birbirine düşürmeye kadar varacağı ve küçük bir çıkar grubunun istekleri doğrultusunda tüm toplumun, nasıl bir hezeyana sürüklenebileceği kanıtlanmıştır. Onun için, bu tarihten sonra ortaya konulan insan hakları belgelerinde “barış” hep önde gelen bir istem olmuştur.

Sosyal Güvenliğimizdeki Çatışmaların Tarihsel Kökleri

Görüş Dergisi, TÜSİAD Yayını, Sayı 33, Kasım 1997

Bireylerin en temel gereksinmelerini güvence altına alma çabaları ve toplumun buna katkısı oldukça eskidir. Bunu ilk insan topluluklarının ortaya çıkışına kadar götürmek yanlış olmayacaktır.

Ama gereksinme içindeki bireyin, toplumca korunmasının (yardım görmesinin) bir insan “hak”kı olduğu kavramı daha yenidir. Burada 150 yılı biraz aşan bir geçmişten sözediyoruz.

Her ülkenin, toprakları üzerinde yaşayanların sosyal güvencesini sağlamaya yönelik kurduğu sistemler birbirinden farklılıklar taşımıştır. Çünkü, bu sistem, geleneksel yöntemler kadar, o toplumun demografik yapısından gelir dağılımına; toplumsal mücadele düzeyinden, sağlık davranış düzeyine kadar bir çok etmenden etkilenmektedir. Bugün Avrupa Topluluğu içinde, ortak bir sosyal politika izlemekteki güçlüklerin önemli kaynaklarından biri de işte bu farklılıklar, diğer bir deyimle “ulusal kimlik”lerdir (Kutu No.1).

SOSYAL DEVLETSİZ BİR SOSYAL GÜVENLİK

Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı : 28 Yıl : Eylul Ekim 1996

Sosyal devlet kavramının ortaya çıkabilmesi için, dünyanın insanının telef olması gerekmiştir. Güvencesizlik içinde geçen yüzyıllar, insanların fizyolojik gereksinmelerini karşılayabilmelerini bile “aslanın ağzı”na koymuştur. Hele, Büyük Sanayi Devrimi, bunların hepsinin üzerine tuz biber ekmiştir.

Ama çekilen çileler, uğranılan haksızlıklar, dünyanın insanında, hak kavramının belirmesine ve gelişmesine yol açmıştır. Yaşamsal gereksinmelerini ve bunu güvence altına almayı, bir başkasının iyi niyetine, keyfine bırakmama düşüncesi ağırlık kazanmıştır.

Biraraya gelme, haklarını isteme, bunun için dayanışma içinde savaşım verme, hatta iktidara göz dikme, “devlet”in yaklaşımında da insana dönük değişiklikler ortaya koymuştur.

SOSYAL GÜVENLİKTE REFORM İÇİN GEÇİŞ SÜRECİ

Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı : 45 Yıl : Temmuz Ağustos 1999

Sosyal güvenlik, insanların tek tek sorunlarıyla başa çıkamamaları üzerine, konuya toplu (grupçu) çözüm bulunması çabasından doğmuştur. Madem, üretirken ve günlük yaşamımızı sürdürürken bir başkasına gerek duyuyoruz; ondan katkı alıyor ve katkı veriyoruz. Zora düşüldüğünde de bu alışveriş sürmeli…

Bu dayanışma önce aileden başlamış ve giderek “herkes”i kavrayacak biçimde topluma yayılmıştır. Önce keyfilik (hayır yapma) özelliği taşımış ama giderek kuralcı bir özellik (hak, insan hakkı) kazanmıştır. Onun için günümüzde sosyal güvenlik, temel bir insan hakkı olarak yerleşmiştir. Ama tek insan hakkı da bu değildir.

Sosyal güvenlik hakkını, diğer temel insan haklarından soyutlamaya olanak yoktur. Sağlıklı yaşama hakkı, çalışma ve işsizlikten korunma hakkı, insanca yaşamak için gerekli geliri elde etme hakkı, aydınlanma hakkı, hak arama ve örgütlenme özgürlüğü gibi. Biz bunların tümüne birden “yaşama verilen değerin bileşik göstergesi” diyoruz.

KÜÇÜK ve ORTA ÖLÇEKLİ İŞLETMELERDE RİSK GRUPLARINA YÖNELİK SOSYAL POLİTİKALAR

Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı :  71   Yıl : Kasım Aralık 2003

Çalışma yaşamında fizyolojik, ruhsal, sosyo-ekonomik nedenlerden ötürü, üretim sürecinde çeşitli risklerle karşılaşma olasılığı yüksek, özel önem gösterilmesi gerekli risk grupları bulunmaktadır. Çalışma yaşamında risk grupları denildiğinde genel kabul gören anlayış, risk gruplarını çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve özürlüler olarak ele almaktadır. Bu sınıflandırma kabul edilmekle beraber, işçi sağlığı ve güvenliğinin temel ilkelerinden biri olan çalışma ve yaşam koşullarının ayrılamaz nitelikte oluşu, risk grupları olarak işçi sağlığı ve güvenliği açısından işyerlerinde özel ve öncelikli olarak korunması gereken bu grupların yanı sıra, toplumsal yaşam içinde çok daha geniş bir perspektifle çeşitli risk grupları ortaya çıkarmayı ve söz konusu risk gruplarına yönelik geliştirilecek sosyal politikaların da bu yaklaşım çerçevesinde bütünsel olarak ele alınmasını gerektirmektedir. Örneğin, istihdam biçimlerine göre risk grupları (a-tipik çalışanlar, ev eksenli çalışan kadınlar), sektörlere göre risk grupları(tarım, maden ve inşaat işlerinde çalışanlar), sosyal güvence durumuna göre risk grupları(formal,enformel sektörde çalışanlar, tarımda çalışanlar, mevsimlik çalışanlar) gibi.

BİREYLER-ARASI GÜVEN İLİŞKİSİ VE TOPLUMSAL DAYANIŞMA ZORUNLULUĞU

Çalışma Ortamı, Sayı:38 Mayıs Haziran 1998

KUTU NO.1

SOSYAL GÜVENLİĞİ ÖNDE GELEN SORUNLARI

  • Sosyal devletin eritilme sürecinde “sosyal” niteliği ile ayakta durmaya çalışmasıdır.
  • Sosyal güvenlik kurumlarının, kendi çıkarları doğrultusunda hareket edememesidir.
  • Parlamentodan çıkan yasalarla, sosyal güvenlik kurumlarının dengelerinin ve işleyişinin bozulmasıdır.
  • Kayıt ve buna bağlı olarak değerlendirme sistemlerindeki yetersizliktir.
  • Yanlızca tazmin felsefesi ile yürütülen hizmet yaklaşımıdır.

“Bireylerin kendisini bağımsız bir varlık olarak algılaması, kendini geliştirmesi ve kendisiyle barışması” ile “bireyci” davranması arasında ne kadar ince bir aralık var. Kişilerin bu ince çizgiyi aşmalarını önleyen tek fren mekanizması da, birbirlerine duydukları “güven” ve “gereksinme”. Her bireyci davranış arkasında, “çevresine ve yanıbaşındakine güvensizlik” ve “sözde uyanıklık” yatıyor.

GEREKSİZ KILMAYA ÖNCELİK

Sosyal güvenlik sistemimiz, tazmin edici bir mantıkla oluşturulmuştur. Kesilen primler; yıpranan sağlığı, bedeni, ruhu onarmay yöneliktir; yıpranmamasına değil. Hastalıkların ve kazaların sonuçlarına karşı sigortalar oluşturulmuş, tedavi edici hizmetler öne çıkarılmıştır. Oysa ki mesleki ya da değil; birçok hastalığın ve kazanın önlenmesi olanaklıdır. Etkin bir planlama, eğitim ve koruyucu hekimliğin geliştirilmesi; sağlığın bozulmasını büyük ölçüde önleyici niteliktedir ve tazmin etmeye yönelik dev boyuttaki harcamaları gereksiz kılmaktadır. Ağır iş yükünden ve uzun yıllar süren olumsuz çalışma koşullarından kaynaklı bedensel ve ruhsal yıpranmaya özür olarak erken emeklilik (mezardan önce ama hastanede emeklilik) gündeme gelmektedir. Oysa ki yaşa, sağlık durumuna ve beceriye göre ayarlanacak iş yükü ve içeriği, sağlıklı-güvenli çalışma koşulları; ruhsal ve bedensel yıpranmayı azaltacaktır. Önemli olan bozulan sağlığı tazmin etmek değil; sağlığın bozulmasının önüne geçerek tazminatı gereksiz kılmaktır.

Bu yaklaşım, SSK’nın çekirdeğini oluşturan İşçi Sigortaları Kurumu’nun kuruluşunu izleyen yıllarda iyice ağırlığını hissettirmiş ve “sosyal devlet” olgusu ile giderek bağlarını koparmıştır. Yalnızca tazmin edici yaklaşım, risk gruplarına ve bu risklerin kurbanlarına karşı başka sosyal politika seçeneklerini hesaba katmamaktadır. Sözgelimi, belli bir süre prim ödeyeni “emek”li etmekte, ama “emeklilik” olgusu ile “yaşlılık” olgusu arasındaki köprüyü kopardığı için, yaşlılara yönelik diğer sosyal politika atılımlarına arka çıkmamaktadır. Buna karşın, yaşlılara yönelik sağlık-sosyal hizmetlerin geliştirilmesi, “tazmin” ile yükümlü olan sosyal güvenlik yapıları üzerindeki yükü de azaltacaktır. Aynı örneği, meslek hastalıklarının önlenmesi konusunda da kullanabiliriz. Meslek hastalıkları tamamen önlenebileceğine göre, bu konuda kapsamlı ve etkin sosyal politika programları uygulamaya konulduğunda, onu “tazmin” edecek yapının varlığı da gereksizleşecektir.

“Gereksiz” kılıcı etkinlikleri arttırmanın yolu, sosyal güvenlik ile sosyal devlet arasındaki köprünün kurulması ve geliştirilmesidir.

BİREYSEL DENETİMDEN TOPLUM ÖRGÜTÜNE

Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı : 26 Yıl : Mayıs Haziran 1996

“Sana ne yapıldığı değil,

senin buna karşı ne yaptığın önemli.”

( Melih Cevdet Anday , “Mikadonun Çöpleri” )

Bugün ülkemizdeki sancıların en büyüğü, bireysel denetimin cansızlığıdır. Birey adına hareket ettiğini söyleyen örgütler, vekiller vs. aslında kendi istem ve özlemlerini ağırlıkla dile getirmektedirler. Bunu yaparken, toplum psikolojisi, iletişim hileleri ve beyin yıkama yöntemlerinden de sıklıkla yararlanmaktadırlar. Bu aldatmaca, yönetsel yapıların bireylere daha da yabancılaşmasını getirmektedir.

Katılımın arttırılması, bireylerin yönetimde söz ve karar sahibi olması vb temalar sıklıkla işlenmeye başlanmıştır. Bunun nedeni, yukarıda sözünü ettiğimiz yabancılaşmadan duyulan rahatsızlıktır. Ama bireye katıl demekle olmuyor; katılınca da bireysel denetim kurulamıyor.

BİREYLER ve RİSKLER ARASINDAKİ AYRIMCILIĞA SON

Dünyada, sosyal güvenliğin bir sistem olarak ortaya çıkışı, devletin ekonomik yaşama müdahalesi ile eş zamanlıdır. “Sosyal Politika”, “Sosyal Güvenlik”, “Sosyal Hekimlik”, “İnsan Hakları” gibi kavramların eş-zamanlı olarak ortaya çıkmaları rastlantı değildir. Bu dönemde, insan hakları hareketinin doruğa çıkması, kendisini sürekli yenileyen belgelerle karşımıza gelmesi ve bu haklar demeti içinde “sosyal güvenlik”in de yerini almış olmasına da dikkat edilmelidir. Sağlık ve çalışma alanındaki girişimlerin uluslararası düzlemde yankı bulması, uluslararası sözleşmelerle, giderek bir “uluslararası ortak norm”lar üzerinden denetleme çabalarının da aynı zamana denk gelmesi de anlamlıdır. Rastlantı olmayan, gözden kaçırılmaması gereken, anlamlı olanların listesi, daha da uzatılabilir. Bunlarının tümünün biraraya gelmesi doğal olamayacağına göre, altlarında bir ortak payda aranması gerekmektedir.

Ortak payda, “insan haklarına saygılı, demokratik ve laik” olan “sosyal devlet”in, bireyin yanında yeralmasıdır. Bu payda ortadan kaldırıldığı zaman, tüm hakları birbirinden koparmış ve tek başına (ve güçsüz) bırakılmış olur. Ülkemizde bugün yaşadığımız sosyal güvenlik krizine bir de bu çerçevede bakalım.

YAŞAMA VERİLEN DEĞER

Sosyal güvenliğin temelini, insan yaşamına verilen değer oluşturmaktadır. Çünkü, insana değer verilmeyen bir ortamda, onun güvence altına alınmasının da anlamı tartışılır. Bunu, intihar eden idam mahkumunu, tedavi edip, sağlıklı hale dönüştürdükten sonra idam etmenin anlamsızlığına benzetebiliriz. Bir başka anlamsızlık örneği: Önce dövülüp sonra tedavi edilmesi; ölürse, bakmakla yükümlü olduklarına tazminat verilmesi…

Bu kavramın en çok konuşulduğu zaman, kişilerin toplumdaki çarpıklıklara karşılaştıkları ve bunun onların “kurdukları düzeni yıktığı” zamanlardır. Sözgelimi, bir trafik kazası sonrası, gerek kazanın oluş biçiminden gerekse acil yardım-kurtarma etkinliğinin başlatılmasından kaynaklanabilir. Diğer bir deyimle, kişilerin pisi pisine öldükleri ya da ağır yaralandıkları durumlarda, insan yaşamına değer verilmediği anımsanır. Aynı “an”lar, sosyal güvenliğin (toplum güvencesinin), çoktan devreye girmiş olduğu ve ilgisini daha uzun süre devam ettireceği “an”lardır.

Yeni Toplumsal Hareketler ve Hükümet-dışı Örgütler (NGO)

Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı : 55    Yıl : Mart Nisan 2001

Sosyal Hareketlere Yaklaşmak:

Sosyal hareketleri ele almak bizi öncelikle bu hareketlerin neden önemsendiği sorununa götürür. Sosyal hareketler teorisinin gelişiminde en belirgin husus artık sadece sınıf temelli toplumsal kurtuluş düşüncesinin yeterli görülmemesi hatta kimi yaklaşımlarda bunun terk edilmesidir. 20.Yüzyıl boyunca toplumsal çatışmaları sadece emek ve sermaye ikilemi içinde ele almanın yetersiz olacağı düşüncesi hiç gündemden düşmedi. Buna göre, bağımlılık ilişkilerinin artarak uluslararası düzeyde kurulduğu yapıda, bu bağlılık zamanla çok hassas duyarlılığa sahip olmaya başlamıştır. Kapitalizmin ulaştığı enformasyon teknolojisi devrimi emeğin merkezileşmesini parçalayan unsurlar taşırken, nüfuz ettiği alanlarda duyarlılık gösteren sosyal zıtlıkların sayısını ve ölçeğini artırdı.1 İşsizlik, çevre, barış, kadın, insan hakları vb. konular uluslararası gelişmelere çok duyarlı küresel sorunlar haline gelmeye başladı. İşte bu süreçte sınıf aidiyeti taşımadığı belirtilen insan hakları, feminism, ekolojik denge, barış yanlısı, işsizlik ve nükleer karşıtı sosyal hareketlerin toplumsal bir güç olarak gündeme geldiği gözlenmektedir.

Cinselliğin Ticarileşmesi: Küresel Sömürünün Yeni Boyutu

21. yüzyılla birlikte insanoğlu, küreselleşme olarak da adlandırılan süreçle birlikte sosyal ilişkilerin; ekonomik, politik, kültürel ve ideolojik (zaman- uzamsal) boyutunda tahmin edemeyeceği büyük değişimlerle karşı karşıya kaldı. Sosyal ilişkiler arasındaki bu hızlı değişim, devletin gerek yerel gerekse küresel olarak ekonomide aktör olarak oynadığı birincil rolün etkinliğinin azalttı. Piyasanın küresel güçler tarafından yeniden yapılandırılması; tüketimin ve yaşam tarzı düşüncesinin toplumla bütünleşmenin yolu olarak kullanılmasına yol açtı. Bu noktadan baktığımızda, üretim sürecinin sadece meta üretimi ile ilişkili bir süreç olmaktan daha çok, sürekli olarak yeni tüketici ihtiyaçları yaratmayı sağlaması gerekmektedir. Üretim; şeylerin, biçimlerin ve tüketim ihtiyacının küreselleştirilmesi anlamına gelmektedir. Tüketim; yeni üretim süreci için ihtiyaç yaratarak, piyasanın küreselleşmesine ve tüketici davranışlarının değişmesine aracılık etmektedir. Piyasa, temel işlevini, çeşitli ürünleri ve tüketim mallarını tüketiciler için uygun hale getirecek stratejileri ortaya koyarak göstermektedir. Yaşadığımız tüketim toplumunda; bireyciliğin öncelikli olması ve bireylerin sınırsız tüketim peşinde koşarak haz alma ve aldıkları hazzı süreklileştirme istekleri; piyasanın, cinsel hizmetleri de kapsayan servislerin satımını, yaygınlaştırılmasını, çeşitlendirilmesini ve sermayenin isteklerine göre uygun hale getirmesini kolaylaştırmaktadır. Seks sektörü, – piyasanın çeşitli sosyal sınıfları ve farklı tercihleri hedefleyen ürün çeşitliliğinin varlığı ile birlikte müşterilerinin değişen dünyevi zevklerine uygun çözümleri ürettiği sürece; küreselleşen dünyamızda, küresel sermayenin krize girmemek ve girdiği krizi aşmak için geliştirdiği önemli bir yol olarak kalmaya adaydır.

Yeni Çağın Bilgi Teknolojileri ve Gönüllü Örgütler Üzerindeki Etkileri: New York ve İngiltere’de Yapılan İki Araştırmadan Özetler

(Yayına Hazırlayan : Erdem İlgi Akter)

Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı : 67     Yıl : Mart Nisan 2003

Hepimizin bildiği gibi, 80’lerde büyük bir ivme kazanan ve 90’larda altın çağına tanık olduğumuz, bilgisayarlaşma çağı, bilim çağı ya da bilgi toplumu gibi isimlerle andığımız evrensel süreç, teknik boyutlarıyla sadece iletişim ve bilgi alışverişi odaklı süreci hızlandırmakla kalmamıştır. Aynı zamanda, sosyal ve ekonomik boyutlarıyla, birey-toplum-devlet üçgeninde gerçekleşen yapısal değişim tartışmalarına da büyük ölçüde yol açmıştır. Bu değişime bakış açıları çok yönlüdür. Kimilerine göre bir devrim, kimilerine göre küresel demokrasi için yegane anahtar, kimilerine göre ikinci bir aydınlanma çağına yol açacak olan temel zemin, kimilerine göre ise kapitalist sürecin acımasız yüzünün ve sömürü düzeninin, daha sanal hale gelen hiyerarşiler ağı içerisinde, devamı ve yeniden üretimidir. Uzlaşmaya varılan en temel nokta ise, “bilgi teknolojileri”nin (BT), iletişim temeline dayanan her türlü ilişkinin ve işin yürütülmesinde büyük değişimlere yol açtığıdır. Bu değişim ve devam ikiliği içerisinde, meselenin ekonomik-yapısal boyutu ve teknolojik-iletişimsel boyutu olmak üzere iki temel boyutu vardır. Gelişmişlik-az gelişmişlik çıkmazı ve küresel ekonominin hep yeniden ürettiği yapısal eşitsizlikler bağlamında bilgi teknolojilerin değerlendirilmesini bir kenara bırakacak olursak, teknolojik-iletişimsel boyut, dağıtılmış iletişim sistemi (decentralised communication system) temeline dayanmaktadır (Poster, 1997). Yani, teknolojik-iletişimsel boyut açısından, değişimin iki ayağı vardır: 1. Sorumluluğun Dağıtılması (Decentralisation) 2. İletişim sistemi konusunda getirdikleri.

ÇALIŞMA YAŞAMI VE REFERANDUM

(SKY TÜRK TV – 8 Eylül 2010 Saat 20.00 – Referandum Özel Yayını)

12 Eylül 2010’da yapılacak olan Referandum, TC Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hk Kanunu (07.05.2010 tarih ve 5982 sayılı) yaşama geçirmeyi amaçlamakta. Her bir maddesi ile çalışma yaşamı arasında bağ kurmak olası. Onun için de, içerisinde cımbızla bazı maddeleri tartışmak yerine bütününe bakmak gerekmektedir.

Değiştirilen ve hepsine birden ya EVET ya da HAYIR dememiz beklenen maddeler ne yazık ki eşit ağırlıkta değil. Bu elma ile armudu birbirine karıştırarak tartmaya benziyor.

Anayasa değişikliğini bu şekliyle onaylayan TBMM çoğunluğunun bir OLMAZSA OLMAZ olarak gördüğü maddeler var. Bir de KONULSA DA OLUR KONULMASA maddeler.
Bunu biraz açmak istiyorum.

OLMAZSA OLMAZ MADDELER, aslında, bu zorlu uğraşa girişilmekteki asıl amaçtır. Bunları nasıl anlayacağız. Bu maddeler, kanunun sonuna eklenen geçici maddelerde kendini göstermektedir. Geçici maddelere bakarsak,

REFORM TRAJEDİSİ: Ulusal ve Toplumsal Tehdit

Türkiye bir reform trajedisi yaşıyor. Bu süreç son çeyrek yüzyıldır sürüyor. Son yıllarda ise reform, yönetim sistemini yeni bir duruma ve yeni bir biçime sokmaya çalışan yasalarda somutlanıyor. Getirilen değişiklikler, ulusal çıkarlara ve toplumun genel yararına aykırı içerikleriyle büyük bir endişe kaynağı haline gelmiş bulunuyor.

Yaşanan gerçekten de tam bir trajedidir. Trajedi, sözlüklere göre eski yunancadan ve ‘facia, ağlatı, musibet’ anlamına gelen bir sözcük. Ama bu özel tür bir faciadır. Kastedilen deprem ve sel gibi doğal afet kötülükleri değil, ‘insanların yine insanlarca sorumsuz bir şiddetle yok edilmesi’ne ilişkin kötülüklerdir. Reform da yabancı bir sözcüktür; sözlükler bunun kökünü latinceye bağlarlar. Türkçesiyle ‘düzeltim’ diye bilinen reform yoğun değer yüklü haldedir: Sözcük ‘daha iyi duruma getirmek, iyileştirmek’ diye kavranır. Sözcük takımını Yunanca ve Latinceden alıp kullandığımız Türkçeye çevirirsek, ‘reform trajedisi’nden söz etmek, ‘iyileştirme musibeti’ diye kendi içinde oldukça çelişkili bir şeyden söz etmek demektir. Ülkemiz son çeyrek yüzyıldır bir ‘iyileştirme musibeti’yle başa çıkmaya çalışmaktadır.