Covid-19’un Eşitlikçiliği Söylemine Zonguldak’tan Bakmak

 

Covid-19 sürecinde, bu virüsün, ayrım gözetmeksizin, herkese bulaşan eşitlikçi bir virüs olduğu söylemi dolaşıma sokuldu. Oysaki Covid-19 süreci toplumsal eşitsizlikleri, herhangi bir söylemle gizlemenin mümkün olmadığı bir şekilde, gözler önüne serdi. Kabaca bir kategorik ayrımla bakarsak, hali vakti yerinde olanlar, ekonomik durumlarının da buna el vermesiyle, evlerine kapanıp kapıyı arkadan sıkıca kilitlediler ve virüsle karşılaşma olasılıklarını olabildiğince en az düzeye indirdiler. Hayatlarını sürdürebilmek için kesintisiz olarak çalışmak zorunda olanlar ise bunu yapamıyor. Çalışmak zorunda olanlar her gün işine gidip çalıştığı için sağlıklarının bozulması tehdidiyle her an yüz yüze bulunuyorlar. Birçoğu ise çalıştıkları işyerlerinin faaliyetini durdurması nedeniyle çoktan işinden oldu ve süreç uzarsa işinden olanların sayısı daha da artacak. Bu nedenle, Covid-19 süreci emekçi sınıfları yalnızca sağlık açısından değil, ekonomik açıdan da kıskaca almış durumda. Covid-19 sürecinde gün yüzüne çıkan eşitsizlikler birçok boyutu ile yazılıp çiziliyor, konuşulup tartışılıyor. Buna karşın, eşitsizliklerin göz ardı edilen ya da olması gerektiği düzeyde gündeme getirilmeyen boyutları da var. Bu bağlamda, özellikle virüse karşı birinci derecede risk grubu olanların neden bu durumda oldukları yeteri kadar sorgulanmıyor. Sorunun çok fazla görünür olmayan bu boyutu tarihsel olarak kömür madenciliği ile özdeşleşmiş Zonguldak üzerinden irdelenebilir.

Zonguldak, virüse yakalanmış hastaların en yoğun olduğu ilk yedi il arasında bulunuyor. Bilindiği gibi, Türkiye’de, virüse karşı alınan önlemler kapsamında otuz büyükşehire ve Zonguldak’a giriş çıkışlar büyük ölçüde kısıtlandı. Bundan birkaç gün sonra Zonguldak’ta ilçeler arası gidiş gelişler de kısıtlandı. Büyükşehirler için böyle bir önlem alınmasının en başta gelen nedeni, bu illerdeki nüfus yoğunluğu ve buna bağlı olarak virüsün yayılma potansiyelidir. Zonguldak’ın bu kapsama alınması ise var olan halk sağlığı koşullarının burada yaşayan insanları birinci derecede risk grubu haline getirmesi nedeniyledir. İlk olarak neden Zonguldak’ta yaşayanların birinci derecede risk grubunda olduğunu, ikinci olarak da neden risk grubu haline geldiklerini açıklığa kavuşturmaya çalışalım.

Zonguldaklıları birinci derecede risk grubu haline getiren neden, solunum yolu ve akciğer hastalıklarının yörede yaşayan insanlar arasında yaygın olmasıdır. Bu durum herkesçe bilinip dillendirilmektedir. Buna karşın, bu konuda düzenli veriler ya da bu konu hakkında yapılmış araştırmalar yok gibidir. Yörede bu hastalıkların yaygın olduğuna dayanak olarak gösterilebilecek iki resmi veri kaynağı bulunuyor. Bunlardan biri Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı sağlık istatistikleridir. Bakanlık tarafından açıklanan 2018 yılı verilerine göre, Zonguldak Türkiye’de solunum sistemi hastalıklarının en yoğun olarak görüldüğü illerden biridir.[i] Ancak, Bakanlık tarafından açıklanan veriler bu genel bilginin ötesinde konuya ilişkin başka bir detay içermemektedir.

Bu konuda bir başka veri kaynağı Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından yayınlanan meslek hastalığı istatistikleridir. SGK’nın açıkladığı en güncel veriler de 2018 yılına aittir. Buna göre, 2018 yılında Zonguldak’ta 87 kişinin meslek hastalığına yakalandığı saptanmıştır. Bu sayı ile Zonguldak iller sıralamasında üçüncü sıradadır. İkinci sırada olan Kocaeli’de 89 kişide ve birinci sırada olan İstanbul’da 146 kişide meslek hastalığı saptanmıştır. Mutlak sayılar açısından Zonguldak üçüncü sırada olsa da, meslek hastalığına yakalananların toplam sigortalılar içindeki oranına göre bakıldığında birinci sırada olduğu görülmektedir. İstanbul’da m.4/I.a kapsamında sigortalı olanların sayısı 4 milyon 378 bin 98 kişi iken, Zonguldak’ta 102 bin 173 kişidir. Bu da demektir ki, İstanbul’da her 29987 işçiden 1’i meslek hastalığına yakalanmışken, Zonguldak’ta her 1174 işçiden 1’i meslek hastalığına yakalanmıştır. Dikkat çekici bir veri de Zonguldak’ta 2018 yılı itibariyle meslek hastalığı nedeniyle sürekli işgöremezlik geliri almakta olanların sayısının 2320 olmasıdır. Bu veri Zonguldak’ta var olan durumun nicel boyutlarını ortaya koymaktadır. Bu kategoride ikinci sırada 523 kişi ile komşu il Bartın bulunmaktadır. Üçüncü sırada 395 kişi ile İstanbul, dördüncü sırada 239 kişi ile Kocaeli ve beşinci sırada 204 kişi ile Karabük bulunmaktadır.[ii]

Bilindiği gibi Zonguldak yöresindeki meslek hastalıkları solunum yolu ve akciğer hastalıklarıdır. Sorunun nicel boyutlarının resmi istatistiklere yansıyandan daha büyük olduğunu tahmin etmek zor değil. Bunun böyle olduğuna ilişkin iki gerekçe gösterilebilir. Birincisi, bilindiği gibi, Türkiye’de, meslek hastalıklarının tam olarak saptanamıyor olmasıdır.[iii] İkincisi ise, Zonguldak’ta kayıtdışı maden ocaklarının ve kayıtdışı çalışmanın yaygınlığıdır ve kayıtdışı alanda meydan gelen hastalıklar resmi verilere yansımamaktadır.

Zonguldak’ta yaşayanlar arasında söz konusu hastalıkların neden yaygın olduğuna gelince, bunun iki temel nedeni vardır. Biri, 1800’lü yılların ikinci yarısından beri yöredeki kömür madenciliği, diğeri ise, ilki 1940’ların sonlarına doğru faaliyete geçen bugün toplam sayıları yediyi bulan termik santrallerdir. Bilindiği gibi, Osmanlı döneminde, kömür üretiminin başladığı 1860’lı yıllarda Zonguldak halkı devlet tarafından zorla madenlere sokularak karşılıksız çalıştırılmıştır.[iv] Aynı uygulamaya, Cumhuriyet döneminde, II. Dünya Savaşı koşullarında ve tam olarak 1940 yılında çıkartılan meşhur Milli Korunma Kanunu ile yeniden başvurulmuştur. 1960’lardan itibaren uygulanan devletçi kapitalist kalkınma modeli ile madencilik yöredeki başlıca istihdam yaratan sektör haline gelmiştir. Sektör, 1980’lerden itibaren ise, liberal politikalarla birlikte başlatılan özelleştirmelere bağlı olarak küçülerek varlığını sürdürmektedir. Bu durum işsizliğin ve yoksulluğun artmasına ve dolayısıyla kaçak maden ocaklarının ve kayıtdışı çalışmanın yaygınlaşmasına yol açmıştır. Bu nedenle, zaten insan sağlığı açısından tehlikeli olan çalışma koşulları daha da tehlikeli bir hal almıştır.[v]

İnsan sağlığını tehdit eden koşullar yalnızca yerin altındaki madenlerle ve bu koşullara maruz kalanlar da madenlerde çalışan işçilerle sınırlı değildir. Her gün yerin altına girip çalışanlar kömür soluduğu gibi, yerin üstündekiler de, yöredeki termik santrallerin yarattığı hava kirliliği nedeniyle, gündelik olağan yaşamlarında kömür solumaktadırlar. Örneğin, Çevre Mühendisleri Odası’nın termik santrallerin yoğunlaştığı Çatalağzı beldesinde yaptıkları ölçümlere göre, hava kirliliği hem ulusal olarak kabul edilen sınır değeri, hem de Avrupa Birliği ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından kabul edilen sınır değerleri aşmaktadır.[vi] Kömürlü termik santrallerin insan sağlığı üzerinde yarattığı tahribata ilişkin bilimsel çalışmalar, bu santrallerin kirlettiği havanın başta akciğer hastalıkları olmak üzere, beyinde, kalpte, damarlarda ve kanda sağlık sorunlarına yol açtığını ortaya koymaktadır. Bunların yanında düşük yapma, erken doğum, deri ve mesane kanseri ve diyabet gibi sağlık sorunlarına yol açtığı da belirtiliyor.[vii]

Zonguldak halkının Covid-19 karşısında savunmasız kalıp birinci derecede risk grubu haline gelmiş olmasının nedenleri özet olarak böyledir. Osmanlı’dan beri yörede uygulanan ekonomi politik yaklaşımlarla kurban edilen Zonguldak halkı bugün sıkı karantina önlemleriyle Covid-19’dan sakınılmaya çalışılıyor. Asıl mesele onların sağlığını bozan yapısal koşulları ortadan kaldırıp bugün Covid-19, yarın başka bir salgın karşısında birinci derecede risk grubu haline gelmemelerini sağlamaktır. Fişek’e göre bu durum önlenebilirdir, buna rağmen önlenmiyor olması bir insanlık suçudur. Zonguldak bir işçi kentidir, dolayısıyla Zonguldaklının boğuştuğu sağlık sorunları, Fişek’in vurguladığı gibi, sınıfsal bir sorundur ve çözümü de sınıfsal mücadeleden geçmektedir. Bu bağlamda yapılması gereken, üretilecek bilimsel bilgilerin işçi sınıfının örgütlü hareketine aktarılması ve işçi sınıfının örgütlü hareketinin elindeki bütün araçları kullanarak ve gidebileceği bütün yollardan giderek bunun mücadelesini vermesidir.[viii]

 

[i] Sağlık Bakanlığı (2019), Sağlık İstatistikleri Yıllığı 2018, Ankara: Sağlık Bilgi Sistemleri Genel Müdürlüğü, 32.

[ii] SGK (2018), SGK İstatistik Yıllıkları, http://www.sgk.gov.tr/wps/portal/sgk/tr/kurumsal/istatistik/sgk_istatistik_yilliklari (Erişim tarihi: 06.04.2020).

[iii] Gülbiye Yenimahalleli Yaşar (2018),Meslek Hastalıkları ve Meslek Hastalıkları Hastaneleri, Çalışma Ortamı, 156: 19-22.

[iv] Donald Quataert (2009), Osmanlı İmparatorluğu’nda Madenciler ve Devlet, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi

Yayınevi.

[v] Nurhal Çelik (2019), İş Kazalarının Araştırılmasında Epistemolojik Boyut Üzerine Bir Çalışma: Zonguldak Kömür Madenleri Örneği, Yüksek Lisans Tezi, Antalya: Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

[vi] TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, (2018), Zonguldak-Çatalağzı Hava Kalitesi Değerlendirme Raporu, http://cmo.org.tr/resimler/ekler/d876f0a60606044_ek.pdf (Erişim tarihi: 07.04.2020).

[vii] HEAL (Health and Environment Alliance- Sağlık ve Cevre Birliği) (2015), Ödenmeyen Sağlık Faturası: Türkiye’de Kömürlü Termik Santraller Bizi Nasıl Hasta Ediyor?, https://env-health.org/IMG/pdf/03072015_heal_odenmeyensaglikfaturasi_tr_2015_final.pdf (Erişim tarihi: 06.04.2020).

[viii]Gürhan Fişek (1998), Meslek Hastalıkları, Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi, Cilt 2, İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, 378-380.

Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak’a Karşı Her Şey Eskisi Gibi Kalacak

Covid-19 sonrası dönemde hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, tarihin akışının Covid-19 öncesi dönem ve Covid-19 sonrası dönem diye dönemselleştirileceği türünden öngörü, saptama, değerlendirme, analiz vb.’ler dillerden düşmüyor. Özellikle ekonomi politikaları ve sosyal politikalar (sağlık politikaları da dahil olmak üzere) açısından derin bir dönüşüm yaşanacağı yönünde öngörüler ve beklentiler var. Bu öngörü ve beklentilerin özünü, özellikle sağlık sektörünün piyasalaşması bağlamında ipliği pazara çıkmış olan yeni liberal politikaların yerini devletçi uygulamaların alacağına ilişkin tartışmalar oluşturuyor. Örneğin, Harvey, Amerika Birleşik Devletleri’nde Trump yönetiminin uygulamaya koyacağı, daha doğrusu koymak zorunda kalacağı kurtarma politikalarının Bernie Sanders’ın seçim sürecinde önerdiğinden daha “sosyalist” nitelikte olacağını ileri sürüyor.[i] Memleket özelinde ise rotanın bir an önce devletçi kapitalizm yönüne döndürülmesi ve bir dizi kamulaştırma yapılması için çağrılar var.[ii] Yine yurdumuzda, özel hastanelerin, ilk bakışta şaşırtıcı gibi gözükse de, aslında içinde bulundukları durum açısından rasyonel olan, “devlet bize el koysun” biçimindeki yakarışı var.

Bu öngörü, beklenti ya da taleplerle eş zamanlı olarak siyasal iktidarlar da Covid-19 günlerinden nasıl çıkılacağına ilişkin ekonomi ve sosyal politikalarını bir bir duyurup büyük miktarlarda kamusal harcama yapacaklarını taahhüt ediyorlar. Öyle ki, örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılacak kamusal harcamanın (2.2 trilyon dolar), ülke tarihinde bu amaçla yapılan en büyük çaplı harcama olacağı belirtiliyor.[iii] Avrupa ülkelerinde de milyarlarca avro tutarında kamusal harcama paketleri oluşturulduğu müjdeleniyor. Almanya 2020 bütçesine bir kısmı küçük işletmelere destek olmak için harcanmak üzere 156 milyar avro tutarında ek ödenek koyduğunu ve 250’den fazla çalışanı olan büyük firmalar için de 500 milyar avro tutarında bir mali yardım planı hazırlamakta olduğunu duyurdu. Fransa’da 45 milyar avro ve İtalya’da 25 milyar avro tutarında olacağı tahmin edilen harcamalar yapılacağı taahhüt edildi. İspanya’da ise 200 milyar avro tutarında bir harcama yapılacağının sözü verildi ve bu tutarın da İspanya tarihindeki en büyük çaplı kamusal harcama olacağı belirtildi. İngiltere’de ise, sonradan daha da artırılacak olmakla birlikte, an itibariyle, 39 milyar avro tutarında bir harcama yapılmasının kararlaştırıldığı açıklandı.[iv]

Landler, Castle ve Mueller, Birleşik Krallık’ta hükümetin yapacağı harcamaların virüse karşı insanlara değil, kapitalist ekonomiye koruyucu kalkan olduğunu ileri sürmektedir.[v] Aslında bu tespiti genelleştirmek gerekiyor, çünkü diğer ülkelerde de birincil önceliğin kapitalist ekonomiyi koruyup kollamak olduğu açıktır. Şunu da söylemek gerekir, kamusal harcamaların olabilecek en düşük düzeyde tutulmasının temel düstur olduğu yeni liberal çağda, böylesine yüksek düzeyli kamusal harcamalar hiç de yeni değildir. Bir diğer meşhur örneğini 2008 ekonomik krizinde de gördüğümüz gibi, yaşanan ekonomik krizlerde kapitalist devletlerin, sözü edilen düstura rağmen, uyguladığı bilindik reçetelerdir.

Yapılması kararlaştırılan kamusal harcamalara bakılırsa, bunların tamamının kapitalist firmaları kurtarmayı amaçlayan doğrudan ya da dolaylı desteklerden ibaret olduğu görülmektedir. Paraların büyük kısmı kapitalist firmalara yönelik kredi desteği, vergi indirimi, birtakım teşvikler vb. biçiminde kapitalist firmalara doğrudan destek olarak ayrılmaktadır. Küçük bir miktar da, başta işsizler ve yoksullar olmak üzere emekçi sınıflara aktarılacaktır. Bu da yine kapitalist firmalara verilecek olan dolaylı destektir. Emekçi sınıflara aktarılacak küçük tutarlar ile bu kesimlerin satın alma gücünü artırarak bu yolla talebi canlı tutmak amaçlanmaktadır.

Bilindiği gibi, yerelde de “ekonomik istikrar kalkanı” başlıklı bir önlem paketi açıklandı. Batılı örneklerle kıyaslandığında tahsis edilen para miktarının daha düşük (100 milyar TL olarak dillendirildi) ama mantığının genel olarak aynı olduğu görülmektedir. İçeride de paranın büyük kısmı kredi desteği başta olmak üzere vergi bağışıklığı, asgari ücret desteği vb. kanallardan kapitalist firmalara nefes aldıracak doğrudan desteklere tahsis edilmiştir. Ancak bu desteğin asıl olarak belirli büyük sermaye çevrelerine verileceğini öngörmek zor değildir. Buna ek olarak, firmalara, kısa çalışma uygulamasının kolaylaştırılması ve telafi çalışma süresinin uzatılması gibi iki can simidi daha atılmaktadır. İstikrar kalkanı olarak tahsis edilen paranın çok küçük bir kısmı ise, başta emekli maaşlarına yapılan zamlar ve yoksulluk yardımları olmak üzere, birtakım sosyal harcamalar yoluyla emekçi sınıflara aktarılacaktır.

Görüldüğü gibi, kapitalist devletler, kriz ortamında, liberal düşüncenin ve piyasa düzeninin başına bir iş gelmesini önlemenin telaşındadır. Kapitalist toplumsal düzende devletin varlık nedeninin, her şeyden önce, sermaye birikim sürecini garantiye almak olduğu görüşü bir kez daha doğrulanmıştır. Krizden çıkış için uygulamaya konulan ekonomi politikaları, yeni liberal düşünceden taviz verilmeksizin, bütünüyle piyasanın işleyişine destek olacak kalemleri, bununla uyumlu bir yaklaşımla sosyal politikalar ise hayırseverlik anlayışına göre oluşturulan en düşük düzeydeki yardımları içermektedir. Bu da gösteriyor ki, krizden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak görüşü boşa çıkacak ve her şey eskisi gibi kalacak!

Başta da söylendiği gibi, ekonomi politikaları ve sosyal politikalar bağlamında hiçbir şey eskisi gibi olmayacak görüşü devletçi kapitalist düzene geçişi ima etmektedir. Buna karşın gerek dışarıda gerekse içeride hükümetlerin kapitalist firmaları kurtarmaya yönelik olarak devreye soktuğu büyük çaplı kamusal harcamalar, bir kamulaştırma hareketini (İspanya’da, teknik detaylarını henüz bilmediğimiz, özel hastanelerin devlet kontrolüne alındığı tekil örnek dışında) içermemektedir. Demek oluyor ki, devletçi kapitalizme dönüş yönündeki öngörü, özlem, beklenti, çağrı vb. daha baştan boşa çıkmış durumdadır.

Peki devletçi kapitalizme geçilirse hiçbir şey eskisi gibi olmayacak görüşü gerçekleşmiş mi olur? Hayır, gerçekleşmiş olmaz diyelim ve neden öyle olmayacağına dair gerekçelerimizi ortaya koymaya çalışalım.

Gramsci, tarihsel politik analizlerde organik hareketlerle devrevi (konjontürel) hareketlerin birbirine karıştırılmasının yaygın bir sorun olduğuna dikkat çekiyor.[vi] Gramsci’nin bu saptamasından yola çıkarsak, kapitalist toplumsal düzen organik harekettir, bu düzende liberal bir ekonomi politikası benimsemek ya da devletçi kapitalist bir düzen kurmak ise devrevi hareketlerdir. Devrevi hareketler işin organik (kapitalist) özüne aykırılık oluşturmaz. Dolayısıyla, devletçi kapitalizme geçilse bile, bu, eskiden bir kopuş yaşanmış olduğu anlamına gelmez. Kısacası, liberal düzenden korumacı-devletçi düzene geçiş ya da tam tersi yönde bir geçiş, yine Gramsci’nin ifadesiyle söylersek, egemen sınıflar arası rotasyonun olduğu devrevi bir hareketten ibarettir.[vii]

Diğer taraftan, devletçi kapitalist görüş, kapitalist gelişmenin erken dönemlerinden beri hep var olan bir kuramsal yaklaşımdır. Bu kuramın, tarihsel süreçte, hem içeride (1930-1945 arası ve 1960-1980 arası dönemler) hem de dışarıda (1945-1970’ler arası dönem) resmi ekonomi politikası haline geldiği dönemler de olmuştur. Demek ki, kuramsal yaklaşım ve uygulama olarak da devletçi kapitalist görüş yeni değidir.

Bu gerekçelerle, bugünkü krizden çıkışın reçetesi olarak devletçi kapitalist bir düzene geçilirse hiçbir şey eskisi gibi olmayacak görüşü gerçeklik kazanmış olmayacaktır. Dahası devletçi kapitalist düzene geçişi savunmak, özünde işçi sınıfının çıkarlarını birincil öncelik konumuna koyan bir yaklaşım da değildir. Jessop’un dediği gibi, refah devleti uygulamaları, öncelikli olarak, kapitalist birikim rejimini güvenceye alan uygulamalardır.[viii] Buna rağmen, işçi sınıfının, liberal yaklaşımın egemen olduğu dönemlere kıyasla korumacı-devletçi yaklaşımın egemen olduğu dönemlerde daha iyi çalışma ve yaşama koşullarına sahip olduğu da inkar edilemez bir gerçekliktir. Elbette bu, işçi sınıfının kapitalizmin erken dönemlerinden beri yürüttüğü uzun soluklu tarihsel mücadele ile elde ettiği bir sonuçtur.

Geçmişte bu yaklaşımın resmi ekonomi politikası haline gelmiş olması ilgili dönemlerin özgül koşullarıyla ilgilidir. Sovyetler Birliği’nin varlığı, 1929 Ekonomik Krizi’nin ve II.Dünya Savaşı’nın yarattığı tahribat, sermaye sınıfının iç çelişkileri ve sermaye sınıfına karşı işçi sınıfının yükselen örgütlü mücadelesi devletçi kapitalizme geçişin belli başlı itkileridir. Herkesçe bilinen bu konuyu burada daha ayrıntılı ele almaya ne yer ne de gerek var.

Covid-19 krizi sonrasında devletçi politikalara geçilmesi -bunun eskiliği ya da yeniliği bi yana- olanaklı gözükmemektedir. Çünkü bugün böylesi bir dönüşüme yol açacak itkilerin var olduğu söylenemez. Covid-19 günlerinde devletçi kapitalizme ilişkin tartışmalar krizin ardından bunun kim tarafından ve nasıl gerçekleştirileceği konusu belirsiz bir içeriğe sahiptir. Her zaman olduğu gibi bu krizden de en büyük kayıpla çıkacak toplumsal kesimin işçi sınıfı olduğu herkesçe bilinen gerçekliktir. Karadoğan’ın, kriz ortamında işçi sınıfı adına dile getirilen talepleri derlediği çalışmasına göre, sendikalar korporatist bir uzlaşı zemini arayışı içindedir. Bu bağlamda, sendikaların attığı somut adımlar ise, işverenlere ve devlete çağrıda bulunmaktan ibarettir.[ix] Bu çağrılar da karşılık bulacağa benzemiyor.

Sonuç olarak Covid-19 günlerinden sonra iktisadi ve sosyal politikalarda dönüşüm yaşanacağına dair hiçbir şey eskisi gibi olmayacak görüşü “yeni” sıfatını gerektirecek bir içeriğe sahip değildir. Böyle bir dönüşüm olası da gözükmemektedir. Çünkü Covid-19 krizi sonrası dönüşüm yaşanacağı ya da yaşanması gerektiği yönünde ortaya atılan görüşler, özellikle bunu gerçekleştirecek nitelikte bir işçi sınıfı hareketinin olmadığı ortamda, öznesi belirsiz dilek ve temenniler niteliğindedir. Covid-19 sürecinin kendiliğinden bir dönüşüme yol açıp istenilen toplumsal düzene geçişi sağlaması beklenemez. Gelecekte bu tür salgınlarla yeniden karşı karşıya kalacağımız bilimsel bir gerçekliktir. Salgın, savaş, işsizlik, yoksulluk, kıtlık, açlık ve diğer bütün yaşamsal sorunlara kapitalist sistemde kalınarak çözüm üretilemeyeceği de bilimsel bir gerçekliktir. Yalnızca salgınların değil, diğer bütün sorunların çözümü köklü bir toplumsal dönüşümü gerekli ve zorunlu kılmaktadır. Dönüşüm için dilek ve temennilerin ötesine geçip gerçekçi önermeler geliştirmek gerekiyor.

[i] David Harvey, Anti-Capitalist Politics in the Time of COVID-19, (20.3.2020), https://jacobinmag.com/

[ii] Sosyal Bilimcilerin Çağrısı, https://sosyalbilimcilerincagrisi.com/

[iii] Senate approves $2.2 trillion coronavirus bill aimed at slowing economic free fall, 26.3.2020,

https://www.washingtonpost.com/business/2020/03/25/trump-senate-coronavirus-economic-stimulus-2-trillion/

[iv] How European economies are trying to mitigate the coronavirus shock, 17.3.2020, https://www.ft.com/content/26af5520-6793-11ea-800d-da70cff6e4d3

[v] Mark Landler, Stephen Castle ve Benjamin Mueller, U.K. Shields Its Economy From the Virus, but Not Yet Its People, 11.3.2020, https://www.nytimes.com/2020/03/11/world/europe/economy-britain-coronavirus.html

[vi] Antonio Gramsci, (2000), The Gramsci Reader –Selected Writings 1916-1935, (Edited by David Forgacs), New York: New York University Press, 201-202.

[vii] Gramsci, aynı eser, 210-211.

[viii] Bob Jessop (2002), The Future of the Capitalist State, Cambridge: Polity Press, 148.

[ix] Emirali Karadoğan, COVID-19 Krizinde Ticaret Sektöründe Sendikal Mücadele, https://www.academia.edu/42341963/COVID-19_Krizinde_Ticaret_Sekt%C3%B6r%C3%BCnde_Sendikal_M%C3%BCcadele, erişim: 29.3.2020.

Yarınlar mı İnşa Ediliyor, Yoksa Bugünler mi Gasp Ediliyor?

Mutlu yarınlardan, gelecekteki güzel günlerden dem vurulur hep. Bugün yoktur, gelecek vardır. Önemli olan gelecektir, her şey gelecek içindir. Bütün güzelliklere gelecekte ulaşacağızdır, bunun da bir bedeli vardır ve işte bu bedel de bugün katlanmak zorunda olduklarımızdır, bugün çektiğimiz çile ve meşakkattir. Güzellikler gelecekte yaşanmak üzere ertelendiği gibi, sorulacak hesapların da hep gelecekte sorulacağı söylenir: “Gün gelecek, devran dönecek falan-filan halka hesap verecek”.

Yarınlarda özlemini duyup, hayalini kurduğumuz güzelliklere kavuşup-kavuşamayacağımızı ya da bugünkü hesaplarımızı yarınlarda görüp-göremeyeceğimizi bilmek için herhalde kahin, büyücü vb olmaya gerek yok. Bugün geleceğin kuruluş aşaması ise geleceğe dair umut beslemek için gerçekçi nedenlerimiz olduğu söylenemez.

Çocukların yaşadıklarına bakarak umut beslemek nasıl mümkün olabilir ki !

Zor Durumda Kalan Üniversite Öğrencileri

BÜYÜTEÇ

( Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri öğrencileri )

Zor durum değişken bir kavramdır. Herkes için aynı anlamı taşımadığı gibi, herkesin zorluklar karşısındaki davranışı da aynı olmuyor. Üniversite öğrencilerine yönelik uyguladığımız soruşturmalarda, bir yandan okullarında tutun uğraşı veren öğrencilerin bir yandan da öğrenim-dışı etmenlerle yüzyüze olan mücadelelerine açıklık getirmeye çalıştık.

Öğrencilerin kendi sorunlarına yaklaşımları …
Her şeyden önce, “sosyal güvenlik” diyebileceğimiz şemsiyenin çok dar ve öğrencilerin zor durumlarını kapsamaktan çok uzak olduğunu gördük. Çünkü, sosyal güvenliğin, yalnızca hastalanıldığında akla gelmesi ve herkesi kapsamaması kanıksanmıştır.

Küreselleşme, Neo-Liberal Politikalar ve Sosyal Hizmet (ler)

Giriş: Bir Süreç ve Kavram olarak Küreselleşme
Küreselleşmeye ilişkin kuramlar son yirmi yıllık zaman diliminde formüle edilse de (Albrow, 1997; Axford, 1995; Delanty, 2000; Featherstone, 1990; Jameson, 1998; Robertson, 1992; Waters, 1995 akt: Ahmadi, 2003: 16) küreselleşmenin yeni1 bir kavram olmadığı konusunda fikir birliği bulunmaktadır (Dickens, 1992, akt: Ahmadi, 2003: 16). Yüzlerce yıldır, ekonominin, politikanın, bilginin ve kültürün küreselleşmesi süreci eş zamanlı olarak devam etmektedir2. Ancak, küreselleşme kavramına yüklenen anlamlar farklılaşmakta ve kavramın doğası, tanımlama zorluğu yaşanmasına neden olmaktadır. Bunun en temel nedeni, ideolojilerin ve toplumsal koşulların küreselleşmeye bakışı doğrudan etkilemesidir. Küreselleşme, “farklı insanların, ekonomilerin ve politik süreçlerin küresel düzeyde bütünleştiği” bir süreci ifade etse de (Midgley, 1997: xi) kültürün, politikanın ve bilginin küreselleşmesinden daha çok ekonominin küreselleşmesi konusunun tartışıldığı açıktır.

Kentsel Değerler ve Kentlileşmek Üzerine Gözlemler

Kentli olmak, mekânsal olarak kentlerde yerleşmek, yaşamak ve çalışmak anlamına gelmektedir. Ancak tüm bu koşullar, kentlileşme sürecinin yalnızca bir parçasıdır. Kentlileşme sürecinin tamamlanabilmesi için, kentli değerlerin içselleştirilmesi gerekmektedir. Kentlileşmek, modern kentlerin sağladığı olanaklardan faydalanabilmek, kentsel bir forma uygun bir hayat sürmek anlamına gelir. Modernite kavramı, tüm kurumlarıyla birlikte kent yaşamı ile bağlantılı bir yapıya sahiptir.

Gerçek anlamda kentlileşmenin üç belirleyeni vardır: Bunlar, sosyal hakların kullanılması, mekânsal açıdan kentin kullanılması ve kentsel hizmetlerden faydalanılması ve kentsel tüketim kalıplarının benimsenmesidir. Sanayileşmenin Batı kentlerinde hız kazanmasıyla birlikte kitlesel üretim-kitlesel tüketim çarkının dönmesi, kentlerde formel istihdam olanaklarına sahip kesimlerin tüketim kalıplarını benimseyebilmesi ve bunu hayat tarzlarına yansıtmalarıyla mümkün olmuştur. Bu süreçte, kentli olmanın bir yüzü, modern kapitalist üretim biçimlerine uygun olarak üretilen ürünlerin tüketilmesi olarak ortaya çıkmaktadır.

Kentli Hakları Çerçevesinde Kentleşme

Kentli olmak, mekânsal olarak kentlerde yerleşmek, yaşamak ve çalışmak anlamına gelmektedir. Ancak tüm bu koşullar, kentlileşme sürecinin yalnızca bir parçasıdır. Kentlileşme sürecinin tamamlanabilmesi için, kentli değerlerin içselleştirilmesi gerekmektedir. Kentlileşmek, modern kentlerin sağladığı olanaklardan faydalanabilmek, kentsel bir forma uygun bir hayat sürmek anlamına gelir. Modernite kavramı, tüm kurumlarıyla birlikte kent yaşamı ile bağlantılı bir yapıya sahiptir.

Gerçek anlamda kentlileşmenin üç belirleyeni vardır: Bunlar, sosyal hakların kullanılması, mekânsal açıdan kentin kullanılması ve kentsel hizmetlerden faydalanılması ve kentsel tüketim kalıplarının benimsenmesidir. Sanayileşmenin Batı kentlerinde hız kazanmasıyla birlikte kitlesel üretim-kitlesel tüketim çarkının dönmesi, kentlerde formel istihdam olanaklarına sahip kesimlerin tüketim kalıplarını benimseyebilmesi ve bunu hayat tarzlarına yansıtmalarıyla mümkün olmuştur. Bu süreçte, kentli olmanın bir yüzü, modern kapitalist üretim biçimlerine uygun olarak üretilen ürünlerin tüketilmesi olarak ortaya çıkmaktadır.

Sanayileşme, Yoksullaşma, Kentleşme ve Çevrenin Yoksunlaşması Döngüsü

Sanayileşme – Yoksullaşma – Kentleşme – Çevrenin Yoksunlaşması… Bu dört kavram arasında döngüsel bir ilişki vardır. Hangisinin daha önce çıkıp, diğerinin ortaya çıkmasına yol açtığı uzun uzun tartışılabilir. Bunun yerine, zamanımızı, bunların arasındaki ilişkileri ve bu ilişkilerin çözülmesine harcamak daha yerinde olur.

Bu dört olgu arasında “gel-git” ilişkisi vardır. Sanayileşme bütün sorunları besleyen “ana” oldu. Sanayileşme yoksullukları derinleştirdi; bu kaçınılmazdı. Çünkü sanayiin gelişmesi için sermaye birikimine gereksinme vardı. Çoğunluk gelirinden yitirmeliydi ki, azınlığın elinde daha çok kaynak biriksin. Bir yandan küçük bir azınlık daha da zenginleştirilmekte, büyük çoğunluğun yoksulluğu artmakta… Artan yoksulluk ise, sanayi için daha düşük ücrete ve olumsuz koşullara hazır “yedek işçi ordusu” yaratmaktadır.

Türkiye’nin Nüfussal Dönüşümü Üzerine Bir Görüş

Türkiye’nin Nüfussal Dönüşümü Üzerine Bir Görüş
(Çalışma Ortamı Dergisi, Temmuz Ağustos 2016 Sayı: 147)

Nüfussal dönüşüm kuramı,1940’lı yıllarda beş evreli olarak ortaya atıldı, daha sonra üç evreli olarak benimsendi1. Kurama göre tarihte tüm toplumların uzun dönem olarak yaşadığı ilk evrede doğum-ölüm hızları çok yüksek olduğu için, düşük hızlı bir nüfus artışı gerçekleşti. İkinci evre, sanayileşmeye başlayan Avrupa ülkelerinde sağlık koşullarının iyileşmesi, yaşam standardının göreli olarak artması sonucu ölüm hızlarının düşmesiyle başladı. İzleyen yıllarda sağlık koşulları ile yaşam standardı doğurganlığı da azalma yönünde etkiledi. Doğum-ölüm hızlarındaki farklılıktan ötürü ikinci evrede nüfus en çok %1.2 düzeyinde artışını sürdürdü. Üçüncü evrede ise doğum-ölüm hızları arasında düşük düzeyde yeni bir denge kuruldu, nüfus artış hızı azaldı. Kuramın öngörüsüne göre bu evreden sonra doğum hızı, yaşlanan nüfustan ötürü artacak ölüm hızlarının altına inecek, göçe kapalı toplumlarda nüfus azalmaya başlayacaktı. Günümüzde nüfusun azalması, doğum-ölüm farkı olarak bazı Avrupa ülkeleri ve ABD için geçerli; fakat bu ülkeler uyguladıkları nitelikli nüfusu ülkelerine çekme politikaları ile nüfuslarının azalmasını şimdilik durdurmayı başardılar.

İstatistiklerle Çocuk-2014: Mızrak Çuvala Sığmamış

Giriş Yerine…

2015’in Nisan ayında TÜİK, “İstatistiklerle Çocuk-2014” adlı istatistiki derleme çalışması yayımladı. Çalışmadaki veriler başka araştırma verilerinden damıtılarak, seçilerek düzenlendiği için yalnızca buzdağının görünen kısmını göstermektedir. Veriler, bir birey olarak çocukların herhangi bir durumuna, gerçekliğine ilişkin, ayrıntılı, incelikli değerlendirmeler yapılmasını sağlayacak açıklıkta değildir1. İstatistiki verilerdeki “bilginin doğruluğu, geçerliği ve güvenirliğinin yanı sıra bu bilgiden üretilecek politik kararların toplum yararına çözümler getirmesi temel ilke” (Peker, 2009) olmalıdır. Bu noktadan bakıldığında, TÜİK’in çalışmasında, Alpaslan Işıklı’nın özdeyişinde olduğu gibi “Mızrak çuvala sığdırılmaya çalışılmış.” Çalışmada, Birleşmiş Milletler’in (BM) Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’nde2 (ÇHS) belirtilen hakların en temeli sayılan çocuğun bir birey olduğu ilkesinin pek de onaylanmadığı anlaşılmaktadır.

Türkiye’de Mülteci Çocuk Olmak

Türkiye’de Mülteci Çocuk Olmak

Eski dönem tarih araştırmaları ve çalışmaları daha çok bir olay veya durumun gerçekten geçmişte yaşanıp yaşanmadığı, yaşandıysa nasıl yaşandığı ile ilgilenmiştir. Akademik anlamda bu bakış açısı geçirdiği paradigma değişikliği ile bugün, bir olayın yaşanıp yaşanmadığının kesinliği ile ilgilenmekten çok bu olay veya durumun -gerçekten gerçekleşmemiş olsa bile- toplumda, siyasal alanda veya ekonomide yarattığı etkiyi ve buna bağlı değişimi odak almaya başlamıştır.

Bugün Suriye’de yaşananların daha iyi anlaşılması için iç savaşın nedenleri çok iyi araştırılmalıdır. Bu çalışmanın asıl hedefi başlı başına bu araştırmayı yapmak olmamakla birlikte; nedeni veya nedenleri ne olursa olsun, bu durumun öncelikle Suriye’yi, daha sonra da çevresindeki diğer ülkeleri etkilediği kabul edilmektedir. Bu çalışmada; öncelikle sığınmacı çocukların; sığınmacılar arasındaki dağılımı, Türk mülteci mevzuatının durumu ve sığınmacı çocukların Türkiye’de çocuk haklarının hangilerinden nasıl faydalanabildikleri birkaç örnek çalışma ile anlatılmaya çalışılacaktır. Daha sonra da durum toplumsal açıdan ele alınmaya çalışılacaktır.

Takke Düştü …

Takke düştü, kel göründü” sözü, bir şeylerin örtbas edilmesi için yapılanların, sonuç vermemesi ve “gizlenen”in farkedilmesini anlatır. AKP iktidarında, bu takke o kadar çok düştü ki… Ama bunu yapanlar, eğilip o takkeyi yerden almaktan bıkmadı.

İktidarın söz ve eylemlerindeki tutarsızlığın son örneği, kamu kesimindeki taşeron işçilerinin kadroya alınması “sözü”dür. “Kadroya alınacaksınız” dendiğinde, taşeron işçisi için memur güvencesine kavuşma ve emekli olana kadar iş, ekmek garantisi anlamına geliyor. Ama iktidar aynı şeyi kastetmiyormuş.

Her şeyden önce seçmece bir yaklaşım var.

Aslında Kaşınan Kim?

Bir varmış bir yokmuş. Dünyanın bir yerinde “başını kuma gömenler ülkesi” varmış. Bir tehlike gördüğünde ya da korktuğunda, hemen insanlar başlarını kuma gömerlermiş. Sanırlarmış ki, öyle yaparlarsa, canavar onları görmez, yanlarından geçer gider. Bazen düşündükleri gibi olurmuş. Onlar da sanırlarmış ki, canavar onları görmedi. Sevinirlermiş. Herkese kendileri gibi yapmalarını öğütlerlermiş. Zaten canavarın da istediği buymuş. Herkesin başını kuma gömmesini, yaptıklarını ettiklerini görmemelerini, kötülük kendilerine ulaşana kadar sessiz kalmalarını istermiş.

Böylece bu masal ülkesinde bir çok canavar yaratılmış. Bu canavarlardan birinin adı da “iş kazaları”ymış. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi.

2014 İş Kazalarının Maliyeti

Ülkemizde iş kazaları ve meslek hastalıkları ile ilgili, oldum olası, eksik bilgilerimiz olmuştur. Bunun başlıca nedenleri, kayıt dışı istihdam, gözden kaçırma çabası ve sosyal sigorta yasalarındaki tanımlarındaki sınırlılıklardır.

Kayıt dışı istihdam vs nedeniyle “ölüm” dışındaki iş kazalarıyla meslek hastalıkları kolayca gözlerden kaçırılabilmektedir. Sosyal güvenliğin kapsamı ve özellikle farklı kümelere (5510 sayılı yasa, madde 4-a,b,c), farklı normlar uygulanması da, kapsam konusunda önemli sınırlılıklar getirmektedir.

SGK istatistiklerinden söz ettiğimiz zaman, özünde yasanın 4-a olarak nitelenen ücret karşılığı çalışanlara (eski SSK), ilişkin iş kazaları ve meslek hastalıkları ile ilgili bilgilerle karşılaşmaktayız. Öte yandan, iş kazalarının görünür karakterine karşın, meslek hastalıklarının gizli ve yıllar sonra ortaya çıkabilen karakteri dolayısıyla, çoğu meslek hastalığı tanı konulmadan gözlerden kaçıp gitmektedir.

Bu yazımızda da, iş kazası istatistiklerine, bu kısıtlarla ve özellikle toplumsal maliyeti açısından yaklaşacağız. Ama bunun hiç yoktan iyi olduğunu düşünmekteyiz. En azından elde edilenleri ve kısıtlılıkları tartışma olanağı bulmaktayız. Meslek hastalıklarını başka bir yazıda ele almayı düşündük. Çünkü meslek hastalıklarının toplumsal maliyeti tartışmaları bambaşka özellikler taşımakta ve daha çok onun “gözden kaçırılması” olgusu ile açıklanmaktadır.

Kırk Katır mı? Kırk Satır mı?

Ülkemizde iş kazaları ve meslek hastalıkları ile ilgili, oldum olası, eksik bilgilerimiz olmuştur. Bunun başlıca nedenleri, kayıt dışı istihdam, gözden kaçırma çabası ve sosyal sigorta yasalarındaki tanımlarındaki sınırlılıklardır.

Kayıt dışı istihdam vs nedeniyle “ölüm” dışındaki iş kazalarıyla meslek hastalıkları kolayca gözlerden kaçırılabilmektedir. Sosyal güvenliğin kapsamı ve özellikle farklı kümelere (5510 sayılı yasa, madde 4-a,b,c), farklı normlar uygulanması da, kapsam konusunda önemli sınırlılıklar getirmektedir.

SGK istatistiklerinden söz ettiğimiz zaman, özünde yasanın 4-a olarak nitelenen ücret karşılığı çalışanlara (eski SSK), ilişkin iş kazaları ve meslek hastalıkları ile ilgili bilgilerle karşılaşmaktayız. Öte yandan, iş kazalarının görünür karakterine karşın, meslek hastalıklarının gizli ve yıllar sonra ortaya çıkabilen karakteri dolayısıyla, çoğu meslek hastalığı tanı konulmadan gözlerden kaçıp gitmektedir.

Bu yazımızda da, iş kazası istatistiklerine, bu kısıtlarla ve özellikle toplumsal maliyeti açısından yaklaşacağız. Ama bunun hiç yoktan iyi olduğunu düşünmekteyiz. En azından elde edilenleri ve kısıtlılıkları tartışma olanağı bulmaktayız. Meslek hastalıklarını başka bir yazıda ele almayı düşündük. Çünkü meslek hastalıklarının toplumsal maliyeti tartışmaları bambaşka özellikler taşımakta ve daha çok onun “gözden kaçırılması” olgusu ile açıklanmaktadır.

Ah Şu Kıdem Tazminatı Olmasa …

Bir yasa tasarısı gündeme getirildiğinde, öncelikle dönemin özellikleri gözönüne alınarak değerlendirilmelidir. İçinde bulunduğumuz dönemin karakteristik özelliklerini şöyle sıralayabiliriz :

  1. Kazık Daima Vatandaşa.
  2. Günü birlik yaşa, yarını düşünme.
  3. İnsanları açlık korkusu ile terbiye et.
  4. “Daha fazla kar” için yapılmayacak yoktur.
  5. “Daha fazla istihdam”dan kaçmak en iyisidir.
  6. Örgütlenmenin kırıntısını gördüğünde ezeceksin.
  7. Dev gibi olumsuzlukları saklamak için, küçük olumlulukları vatandaşın gözüne sokacaksın vs.

Bugünlerde yeniden kıdem tazminatına bir çeki düzen vermek amacıyla ortaya sürülmeye çalışılan bir yasa tasarısı var. Yukarıda sıraladığımız, dönemsel özelliklerin ışığı altında, bu yasa tasarısından, işçiler lehine bir kazanım beklemek olanaksızdır. Böyle bir “sözde yenilenmenin” bir tek bir kazananı vardır; o da “işveren”lerdir. Ne gerekçelerin ve ne de maddelerin ayrıntısına girmeden baştan masayı oturmayı reddetmek en doğrusudur.

Başını Kuma Gömenler Ülkesinden Eski Masallar

Masal bu ya. Dünyanın bir köşesinde, bir tehlike gördüğünde ya da korktuğunda “başını kuma gömenler ülkesi” varmış. Daha önceki yazımı okuyanlar bu ülkenin özelliklerini anımsayacaklar ve yine tıpkı Türkiye’deki gibi diyecekler.

Neyse ki, bunun ayrıksı durumları (istisnaları) var. Ve bu ayrıksı durumlar, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına kadar dayanıyor.

Bu eski masalları size ulaştırmak için, “başını kumdan çıkaran” ve “canavar”larla mücadele edenlerin portrelerinden yararlanacağız.

Kayıp çocukluk, ipotekli gelecek…

Boko Haram örgütü, çocuklara yönelik vahşiliklerinde, sınır tanımıyor. Bu örgüt Nijerya’da, 10 yaşındaki bir kız çocuğun üzerine yerleştirdiği bombaları, bir Pazar yerinde patlatarak, çocukla birlikte 20 kişiyi daha öldürmüş ve patlamada bir o kadar kişi de ağır yaralanmıştır.i Görgü tanıkları, bu küçük kızın, patlamadan önce, olacaklar hakkında hiçbir fikrinin olma olasılığının bulunmadığını söylemiştir.ii

Geleceğin Yeniden Hayalini Kur*

* UNICEF Dünya Çocuklarının Durumu Raporu 2014

**

UNICEF, her yıl, dünya genelinde çocukların durumuna ilişkin bir rapor yayınlamaktadır. Bu yazı, UNICEF’in “geleceğin yeniden hayalini kur” başlıklı en son raporununi özet bir çevirisidir. Rapor, öncelikle, 2050 yılına kadar dünya nüfusunun 10 milyar kişiyi bulacağını ve bunun 2,6 milyarının 18 yaş altı çocuklardan oluşacağı saptamasını yaparak başlamaktadır. Bugünün çocuklarının, örneğin, 25 yıl önce söz konusu bile olmayan olanaklara sahip olarak dünyaya gelmesine karşın, bunlardan yararlanma konusunda fırsat eşitliğinin olmadığına vurgu yapılmaktadır. En temel ve de çocukları birçok olanaktan yararlanmaktan alıkoyan sorunlardan biri, çocukların yasal nüfus kaydının bulunmamasıdır. Dünyaya gelen her üç çocuktan birinin nüfus kaydı yapılmamaktadır.