Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı : 75 Yıl : Temmuz ağustos 2004
1980’li yıllardan itibaren dünyanın hemen her yerinde uygulanan yeni liberal politikalar giderek derinleşen bir sosyal krize yol açtı. Tüm dünyada işsizliğin artışı ve uzun süreli hale gelişi ile birlikte sosyal korumanın azaltılması, yoksulluğun artışına ve bu sürece paralel olarak da geniş toplum kesimlerinin “sosyal dışlanma” denilen bir olgu ile karşılaşmalarına neden oldu.
Uzun süreli işsizliğin ve esnek istihdam biçimlerinin yaygınlaşması, sosyal korumanın ve sosyal hizmetlerin daraltılması ve azaltılması, mutlak ve göreli anlamda yoksulluğun artması ve demokratik katılımın zayıflaması ile bağlantılı çok yönlü dinamik bir süreç olarak beliren sosyal dışlanma, küresel bir olgu olmakla birlikte, sosyal politika alanına “Avrupalı” bir kavram olarak girdi.
Sosyal dışlanma kavramının sosyal politika alanında ilk kullanımının, 1974 yılında Fransa Sosyal İşler Bakanı Rene Lenoir’a ait olduğu sosyal dışlanma yazınında sıkça belirtilir (Estivill, 2003). Lenoir (1974), 1970’li yıllarda Fransız toplumunda her on kişiden birinin sosyal koruma sistemi dışında yaşadığını belirtirken sosyal dışlanmışlar olarak zihinsel ve bedensel özürlüleri, yaşlı ve sakatları, tek ebeveynli aileleri, uyuşturucu kullananları, suçluları ve işsizlik sigortası kapsamına girmemiş olan işsizleri kastediyordu. Çözüm, sosyal koruma sisteminin güçlendirilmesi idi. Lenoir’ın sosyal dışlanması, işgücünün büyük bölümü ücretli olan kapitalist Fransa’da, düzenli ücretli çalışmadan ve kitlesel tüketimden dışlanmayı gündeme getirmiyordu. Tam tersine, o yıllarda, tüketim toplumunda ücretli olmak biçimindeki bir sosyal içermenin, yabancılaştırıcı niteliği üzerine tartışmalar sosyal bilim alanında yaygındı (Schwartzman, 2004:9).
1980’li yıllarda yaşanan liberal temelli ekonomik yeniden yapılandırmalar, Lenoir’ın sosyal dışlanma kavramına farklı bir boyut kattı. Artık dışlanmışlar, bir bakıma “uygunsuzlar” olarak da nitelenebilecek olan eski dışlanmışların ötesine taşmıştı. Uzun vadeli işsizlik ve ekonomik yeniden yapılanma ile bağlantılı olarak yaşanan sosyal istikrarsızlık “yeni yoksullar” denen grupları Fransa ile birlikte, aynı gelişmeleri yaşayan Avrupa’nın diğer ülkelerine de taşıdı (Saith, 2001). Refah sistemlerinin geliştiği otuz altın yıl bitmiş ve her yönüyle serbestlik peşinde koşan sermayenin yeniden yapılandırdığı küresel pazarda, ekonomik ve sosyal anlamda olduğu kadar politik anlamda da dezavantajlı grupların hızla büyüdüğü yeni liberal dünya başlamıştı.
Liberal bir ekonomik entegrasyonu temel alan Avrupa Birliği ülkelerinin hemen tümü, 1980’li yıllarda, sosyal politika alanında önemli sorunlarla karşı karşıya kaldılar. İşsizlik oranları 1930’lu yıllardan bu yana en yüksek düzeylere çıkmış ve refah devletleri kamusal sosyal harcamalarını sürdürmekte zorlanır hale gelmişlerdi. Bu dönemde Avrupa sosyal modelinin, Avrupa firmalarının, rekabet edebilirliğini zayıflattığı, dolayısıyla Avrupa’da istihdam yaratma olanaklarını engellediği öne sürülerek, tek tek Avrupa ülkelerinde, sosyal modelin unsurlarının daraltılması yoluna gidilmeye başlandı. İşgücü piyasalarının esnekleştirilmesi, sosyal korumanın ve yeniden dağıtım mekanizmalarının daraltılması gibi girişimler, bu girişimlerin yaygınlığı ve derinliği ülkeden ülkeye farklılıklar gösterse de, bu sürecin parçaları oldu.
1990’lı yıllarda, Avrupa sosyal modeli konusunda iki akım karşıt yöndeki baskılarını artırdılar. Bu baskılardan birincisi, sosyal refah sistemlerinin, ücret ve gelir eşitliklerinin ve örgütlü çıkar gruplarının yüksek düzeydeki pazarlık gücünün, Avrupa’nın rekabet edebilirliğini engellediği iddiasında olan iş çevrelerinden gelen, Avrupa sosyal modelinin daha da daraltılması yönündeki baskılardı. İkincisi ise Avrupa Birliği’nde işsizlik, yoksulluk ve sosyal dışlanmanın arttığı, Avrupa Birliği’nin varlığı için sosyal bütünlüğün şart olduğu iddiasında olan emek çevrelerinden gelen, Avrupa sosyal modelinin korunması ve geliştirilmesi şeklindeki baskılardı.
İşte bu baskılar 1990’lı yılların sonuna doğru, Avrupa Birliği organlarında, sosyal koruma ile ekonomik etkinlik ve dış rekabet edebilirlik arasında hassas bir denge güdülmesine yol açmıştır. Sosyal dışlanma kavramı da bu kapsamda yeniden tanımlanmış ve ona bağlı olarak sosyal içerme politikaları geliştirilmiştir.
1997 Amsterdam Antlaşması 136. Maddesi ile sosyal dışlanma ile mücadeleyi Birliğin amaçları arasına dahil etmiş, 137. Maddesi ile de Konseyi sosyal dışlanma ile mücadele edecek yaratıcı yaklaşımlar geliştirmek ve bu konudaki deneyimleri değerlendirmekle görevli kılmıştır.
Mart 2000 Lizbon Konseyi, Avrupa Birliğinde yoksulluk ve sosyal dışlanmanın kabul edilemez düzeylere ulaştığı tespitini yapmıştır.1 Konsey 2010 yılı itibariyle Avrupa Birliğinde yoksulluk ve sosyal dışlanmaya son vermek için açık işbirliği yönteminin benimsenmesini kararlaştırmıştır. Aralık 2000 Nice Zirvesinde, yoksulluk ve sosyal dışlanmaya ilişkin dört temel ortak amaç üzerinde anlaşmaya varılmıştır.
- – Kaynaklara, mallara ve hizmetlere ulaşımı kolaylaştırmak,
- – Dışlanma risklerini engellemek,
- – En zor durumda olanlara yardım etmek,
- – Tüm tarafları harekete geçirmek.
Haziran 2001’de üye devletler yoksulluk ve sosyal dışlanmaya karşı iki yıllık ulusal planlarını hazırlamışlar, Kasım 2001’de Sosyal İçermeye İlişkin Ortak Rapor benimsenmiştir. Raporda, Üye devletlerin sosyal içermeye yönelik planlarının bir değerlendirmesi yapılmakta ve üye devletlere politika önerilerinde bulunulmaktadır. Rapor, üye devletlerin sekiz temel alanda baş edilmesi gereken sorunlarla karşı karşıya olduklarının altını çizmektedir:
- – – İçerici bir işgücü piyasası geliştirmek ve istihdamı herkes için bir hak ve fırsat olarak artırmak,
- – İnsanca bir yaşam düzeyi sağlamak için yeterli gelir ve kaynakları garanti etmek,
- – Eğitim yetersizliklerini gidermek,
- – Aile dayanışmasını sürdürmek ve çocukların hakkını korumak,
- – Herkes için makul bir barınma olanağı sağlamak,
- – Yüksek kaliteli kamu hizmetlerine yatırım yapmak ve bu hizmetlere herkesin eşit ulaşımını sağlamak (sağlık, ulaşım, sosyal hizmetler, bakım, kültür, eğlence ve yasal hizmetler),
- – Hizmetlerin sunumunu iyileştirmek,
- – Birden fazla alanda yaratılan yoksunlukları ortadan kaldırılmasına öncelik vermek.
Kasım 2001’de, 2002-2006 yılları için Sosyal Dışlanma ile Mücadele için Topluluk Eylem Programı, Aralık 2001’de sosyal dışlanmanın yoksulluk, istihdam, sağlık ve eğitim boyutlarına ilişkin 18 niceliksel gösterge benimsenmiştir. Düşük gelirin devamlılığı, düşük eğitimli kişilerin oranı, bölgesel bütünlük, işsiz hanelerde yaşayan kişilerin oranı, eğitimi erken yaşta bırakanların oranı, gelire göre sağlık durumunun değerlendirilmesi, uzun vadeli ve çok uzun vadeli işsizlik oranları bu göstergelerden bazılarıdır.
Üye Devletlerin ulusal eylem planlarında ortaya çıkan dışlanma faktörleri belirli başlıklar altında toplanabilir:
- – Düşük veya yetersiz bir gelirle uzun süre yaşanması,
- – Uzun süreli işsizlik (işsizlerin %39’u yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır).
- – Düşük kaliteli işler ve kısa süreli işler, çalışan işsizler (bir iş sahibi olanların %7’si yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır).
- – Düşük eğitim düzeyi, fiilen veya işlevsel açıdan okur yazar olmama
- – Ailevi açıdan yaşanan zorluklar,
- – Özürlülük
- – Sağlık sorunları,
- – Zor yaşam çevreleri, suç, uyuşturucu, alkolizm, marjinal davranışlar,
- – Evsizlik
- – Göç, etnik sorunlar, ırkçılık, ayrımcılık
Sosyal dışlanma ile mücadelede geliştirilmesi gereken alanlar ise şöyle tespit edilmiştir:
- – İstihdam edilebilirliğin geliştirilmesi, yeni vasıf kazandırma, yaşam boyu eğitim,
- – Sosyal koruma sistemleri, sosyal yardım, asgari gelir desteği, aktif refah devleti politikaları, emeklilik sistemleri, sağlık sistemleri,
- – Bilgi toplumunun olanakları, yeni enformasyon ve iletişim teknolojilerinin kullanılması,
- – Eğitim,
- – Konut politikaları,
- – Belirli hedef gruplara (azınlıklar, çocuklar, yaşlılar, sakatlar) yönelik öncelikli eylemler geliştirilmesi
Üye devletler Temmuz 2003’te, 2003-2005 dönemine ilişkin olarak yoksulluk ve sosyal dışlanma ile mücadeleye yönelik yeni eylem planlarını sunmuşlardır.
Yukarda kısaca özetlenen politikalardan anlaşılacağı üzere, sosyal dışlanma ile mücadele Avrupa Birliği ülkelerinde ulusal ve birlik düzeyinde yerleşik bir sosyal politika alanı olarak belirmiştir.
Ancak Avrupa merkezli sosyal politika yazınında sosyal dışlanmanın ne olduğu konusunda bir görüş birliğine varıldığını söylemek mümkün değildir (Estivil, 2003). Sosyal dışlanma, hala, muğlak, yoksulluk ve marjinalleşme ile ayrışma ve örtüşme noktaları tam belirlenmemiş bir kavram olarak tartışılmaktadır. Sosyal dışlanma uzun süreli işsizlikle bağlantılı biçimde istihdamdan yoksunluk olarak tanımlanabildiği gibi, yalnızca istihdamdan değil sosyal ve siyasal çeşitli haklardan yoksunluk olarak da tanımlanmaktadır. Ancak Avrupa merkezli tartışmaların tümü, sosyal dışlanmayı Avrupa sanayi toplumlarında norm kabul edilen refah devleti kazanımlarının şu ya da bu biçiminden dışlanma olarak tanımlamaktadır denilebilir. Sosyal dışlanmanın bu şekilde tanımlanması ve buna uygun içerme politikaları geliştirilmeye çalışılması, kavramın analitik bir araç olarak sınırlılığını da kendi içinde getirmektedir.
Refah devleti kazanımlarının erozyonuna yol açan yeni liberal politikaları ve bu politikaların yalnızca Avrupa’da değil küresel düzeydeki sonuçlarını da temel almayan bir sosyal dışlanma kavramı, yani sosyal dışlanmanın Avrupalılaştırılması, sosyal içerme politikalarının da yeni liberalizmin temel önermelerini sorgulamayan ve yalnızca yeni liberal entegrasyon süreçlerine sosyal bir boyut vermeye çalışan bir kapsama sıkıştırmaktadır.
Sosyal dışlanma kavramının Avrupalılaştırılmasının ve buna uygun sosyal içerme politikalarının geliştirilmesinin Avrupa Birliği için yapılabilirliği, kuramsal düzeyde tartışılabileceği gibi ampirik olarak da değerlendirilmelidir. Kuramsal tartışma, kapitalizmin reformist dönüşümünün yeni liberal politikalarla bağdaşabilirliğini sorgulamak durumundadır. Emek ve sermaye arasındaki çıkar farklılığını kabul eden, ancak bu çıkar farklılığının ulus devlet çatısı altında, kapitalist sistem içinde uzlaşma sağlanarak yönetilebileceği ve bu çerçevede işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarında iyileşmeler sağlanabileceği görüşüne dayanan Avrupa işçi sınıfı reformizmi, küreselleşme çağında da devam etmektedir. Ancak bu reformizmin politik programı olan ve tarihsel olarak ulus devlet çatısı altında uygulama alanı bulan sosyal demokrasi, küreselleşme döneminde, geniş ücretli kesimlere gerçek maddi iyileştirmeler sağlayamamakta, tavizlerin müzakeresi politikasına indirgenmektedir. Ampirik düzeyde ise gerek üye ülke düzeyinde gerekse Birlik düzeyinde uygulanan sosyal içerme politikalarının gerçek sonuçları değerlendirilmelidir.
Susan George (1997) “Fikirler Savaşını Kazanmak” başlıklı makalesinde 20. Yüzyılın sonlarında başlayan küresel yeni liberalizm dönemini “dışlanma çağı” olarak niteliyor. Bu öyle bir çağdır ki küresel pazara, ulus ötesi sermayenin özellikle de mali sermayenin öncelikleri egemen olmuş, geniş kitlelerin istihdam, sosyal koruma ve demokrasi talepleri geri plana itilmiştir. İleri kapitalist ülkelerde bu gerileme, bir yandan küreselleşmenin kazananlarının bu ülkeler olmasının getirdiği fırsatlarla bir yandan da işçilerin siyasal ve sendikal örgütlü gücü sayesinde bir ölçüde sınırlanabilmektedir. Küreselleşmenin kaybedenleri olan iktisaden yoksul ülkelerde ise giderek artan sayıda insan, bu küresel sistem içerisinde ne üretici ne de tüketici olarak kendilerine bir yer bulamaz olmuşlardır. Bazı yoksul ülkelerde dışlanmanın boyutları öylesine ilerlemiştir ki dışlanmanın en radikal biçimi, yani insanların yaşam hakkından dışlanması (George, 1999), “dışlanmalar çağının” en ağır boyutu olarak süreklilik kazanmıştır.
Sosyal dışlanma yeni liberalizmin “normal” ve “zorunlu” bir öğesidir (George, 1997:1). Sosyal dışlanmanın tarih dışı ve politika dışı bir olgu olarak kavramsallaştırılmaya çalışılması, sosyal dışlanmanın küreselleşmenin bir alt kavramı olduğunu gizlemektedir. Sosyal dışlanmanın, sosyal politika alanında analitik bir kavram olarak kullanılabilmesi için küreselleşme kavramının bir özel (türsel) kavramı olarak ifade edilmesi gerekir.
Küreselleşmenin esas özelliği ise kapitalizmin uluslararasılaşması ve yeniden yapılanmasıdır. Küreselleşme kavramı, kapitalizmin tarihsel gelişiminde kendisi bir özel (türsel) kavram olmakla birlikte, hacminin içindeki diğer süreçlerin kavramsallaştırılması açısından bir genel kavram teşkil etmektedir. Örneğin esnekleşme, yalın üretim, kumarhane kapitalizmi, özelleştirme, yönetişim ve sosyal dışlanma vb. kavramlar da küreselleşme kavramına göre özel kavramlar olarak ortaya çıkmaktadır.
Ülkeler arasındaki ve ülkeler içindeki eşitsizlikleri artıran küreselleşme, yoksulluk, işsizlik ve sosyal dışlanma ile kendini gösteren küresel bir sosyal krize yol açarak, hem zengin “kuzey”de hem fakir “güney”de sorunların derinleşmesine, sosyal hakların kaybına, çalışma yaşamının düzensizleşmesine neden olmuştur. İşsizlik, yoksulluk ve sosyal dışlanma, gelişmekte olan ülkelerde ve özellikle en az gelişmiş olanlarda yaygın ve derin bir toplumsal yıkıma ve nesillerin mahvına dönüşmüştür. Sosyal dışlanma, bu tarihsel sürecin bir parçası olarak kavramsallaştırılırsa gerçekliğin yeterli bir ifadesi sağlanabilir.
Tarih dışı ve politika dışı bir sosyal dışlanma kavramı aynı zamanda sınıf dışıdır. “İçerilenlerin” sosyal sorunlarını göz ardı eden, belirlenen göstergelerle ölçülen dışlanmışların içerilmesini, tarihin son sistemi ilan edilen kapitalizmle varılacak en ileri düzey kabul eden bir yaklaşımdır. Bu anlamda sınıf analizini temel alan yaklaşımlardan, Durkheimci “entegrasyon” söylemine dönüşü temsil etmektedir (Levitas, 1996).
Sosyal dışlanma küreselleşmenin bir özel kavramı olarak ele alınmadıkça, yoksul “güney” için analitik ve işlevsel değer taşımayan ithal bir kavram olmaktan öteye gitmeyecektir. 19. Yüzyıl vahşi kapitalizminde, emekçi sınıfların geniş kesimleri, “tehlikeli sınıflar” denilen dışlanmışlara benzer koşullarda yaşıyorlardı (Schwartzman, 2004). 21. Yüzyılda ise Asya Afrika ve Latin Amerika’da milyarlarca insan, IMF, Dünya Bankası ve benzeri güç odaklarının dayattıkları yapısal uyum politikaları nedeniyle uğradıkları sosyal dışlanma sonucu, 19. Yüzyılın “tehlikeli sınıflar”ına benzer bir konuma itilmektedirler. Küresel güç odaklarının, tam da bu politikaların sonucu olan sosyal dışlanma süreçlerine karşı önerdikleri “insani yüzlü” sözde sosyal içerme politikaları ise bu “tehlikeli sınıfları” oyalamaya yönelik görünmekte ve küreselleşme mahşerinin üç atlısından, işsizlik, yoksulluk ve sosyal dışlanmadan duyulan korkuyla karanlıkta ıslık çalmaya benzemektedir.
____________________
Kaynakça
Estivil, J. (2003), Concepts and Strategies for Combating Social Exclusion, An Overview, Geneva: International Labour Office.
George, S. (1997), “Winning the War of Ideas”, Dissent, Summer.
Gerorge, S. (1999), “A Short History of Neo-Liberalism: Twenty Years of Elite Economics and Emerging Opportunities for Structural Change”, http://www. millennium-round.org/
Lenoir, R. (1974), Les Exclus: Un Francais sur Dix, Paris: Editions de Seuil.
Levitas, R. (1996) “The Concept of Social Exclusion and the New Durkheimian Hegemony”, Critical Social Policy, 16 (46), s. 5-20.
Saith, R. (2001), Social Exclusion: The Concept and Application to Developing Countries, QEH Working Paper Series, 72, Oxford, UK: University of Oxford.
Schwartzman, S. (2004), Poverty, Social Exclusion and Modernity, Sociology 187, Harvard University.