Küreselleşme ile birlikte toplumsal sorumluluğun giderek azalarak, bireysel değerlerin ön plana çıktığı herkes tarafından kabul görmektedir. Yaşadığımız ortamdaki deneyimlerimiz, her zamankinden fazla dayanışma ve birlikte hareket etmeyi gerektirmesine karşın, yaşam şartlarının ağır yükü karşısında herkes kendi içerisine kapanarak, “herkesin derdi kendine” sözünde somutlaşan söylem içerisinde kendi yükünü kaldırmaya çalışmaktadır. Yaşanan sorunlara karşı, duyarlılık gösterip bu sorunları birlikte çözme anlayışı, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” deyişinde olduğu gibi çözülerek, yerini rekabet ve bireysel kurtuluş çözümlerine bırakmaktadır. Aslında hepimiz o yılanla birebir karşılaşmasak bile ki bu karşılaşmayacağımız anlamına da gelmemektedir, etkisini hissetmekte ama bunun çözümüne karşı kendimizi sorumlu tutmamaktayız. Ne olmuştur da toplum ile birey arasındaki etkileşim bu denli zayıflamıştır?
Bir yerde sorumluluktan söz edebilmek için, öncelikle o yere ilişkin bir sahiplenme duygusunun gelişmesi gerekir. Bu sahiplenme ise karşılıklılık temelinde yükselir. Bir başka deyişle, bireyin topluma sahip çıkması ve toplumsal sorunlara karşı sorumluluk duyması, toplumun bireye ve onun sorunlarına sahip çıkarak, çözüm üretebilmesine bağlıdır. Acaba toplum, onu oluşturan her bireyine eşit düzeyde ve sürekli olarak nasıl sahip çıkacaktır? Bu nasıl bir mekanizma ile sağlanacaktır? İnsanoğlunun geleceğinin belirsizliklerine karşı güvence arayışı çağlar boyunca sürmüş, yaşanan deneyimler ışığında insanoğlu sorunlarına ancak birlikte hareket ederek, toplumsal dayanışma içerisinde çözüm bulabileceğini görmüştür. Bu dayanışma ve ortak sorumluluğun en üst düzeyde kurumsallaşması ise “sosyal devlet” anlayışında kendisini bulmuştur. Bu anlayış içerisinde, gücü olan /olmayan ayrımı olmaksızın, gücü olanın olmayanı desteklemesi temelinde, devletin tüm vatandaşlarına sosyal koruma sağlaması bir görev, vatandaş için ise bu bir hak olarak belirlenerek, uluslararası belgeler ve ulusal düzenlemeler içerisinde yerini almıştır. Bu yapı temelinde, toplum ve onun en üst örgütlenmesi olan devlet, vatandaşlarına belli bir takım hizmetleri sunmakla yükümlüdür. Bu hizmetlerin sunum biçimi, insan yaşamına ne ölçüde değer verilerek, sahip çıkıldığının göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer yandan, bu göstergelerin gelişmişlik düzeyi, bireyin topluma karşı duyarlılığın ve sorumluluğun da belirleyicisi konumundadır. Bu göstergeler1;
İnsanca yaşam düzeyini garanti eden asgari gelir güvencesi
İnsanın bugününü ve geleceğini koruma garantisi sağlayan sosyal güvenlik
İnsanın üreterek kendini gerçekleştirmesi ve kendine olan sorumluluğun yerine getirmesini sağlayan iş/istihdam olanakları
İnsanın en değerli hazinesi olan sağlık güvencesi
İnsanın kendini sürekli geliştirmesinin en etkin yolu olan eğitim
İnsanın, kendini ifade edebilme olanaklarını sağlayan hak arama ve örgütlenme özgürlüğüdür.
Tüm bu göstergeler, en temel insan hakları olarak kabul edilmekte ve bu hakları yaşama geçirme görevi sosyal devletin kurumlarına verilmektedir. Küreselleşme ile gelinen nokta da, küreselleşmenin yarattığı küresel yoksullaşma ve yoksunlaşma içinde, her zamankinden daha fazla bu hizmetlere gereksinim doğarken; tam tersi biçimde bu hizmetleri yerine getirebilecek tek güç olan sosyal devletin, kamunun rolünün küçültülmesi mantığı içerisinde eritilmeye çalışıldığı görülmektedir. Toplumsal duyarlılık ve dayanışmaya en fazla gereksinim olunan bir dönemde, söz konusu hizmetler, ekonomik göstergelere indirilerek, devletin bütçe dengeleri üzerinde bir yük olarak görülmekte ve sosyal boyut ve onu yok etmenin maliyeti akla bile getirilmek istenmemektedir. Toplumsal dayanışmanın temel dayanak noktaları olan bu hizmetlere erişim, giderek bireylerin üzerine bırakılmakta, dolayısıyla temel insan hakkı olan bu hizmetlere erişim ancak bu hizmetlere erişim gücü olabilenlerin hakkı olarak ortaya çıkmaktadır. Burada toplumsal bir sahiplenmeden söz etmek olanaklı değildir. Dolayısıyla, kendine sahip çıkmayan toplum karşısında, kendi başına çözüm arayışına giren bireyin de toplumsal sorumluluğundan söz etmek olanaklı değildir. “Her koyun kendi bacağından asılır” deyişinde olduğu gibi herkesin kendi başının çaresine bakması söz konusu olmakta, bu da bireyi kendi içine kapatarak, bireysel çözüm mekanizmaları geliştirmesine ve bireysel değerlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Birey üzerindeki yük arttıkça, bireyin topluma karşı olan sorumluluk duygusu da azalmakta, hatta kendini çok daha iyi gerçekleştirebileceğini düşündüğü başka topraklara gitme isteği bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, toplumsal sorumluğa karşı bireyselleşmenin yükselişi bir seçim değil, bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Bu değerler, yaşadığımız toplumda en büyük güç olan medya tarafından da beslenmektedir.
Bugün geldiğimiz nokta, sosyal devletin eritilme süreci ile sosyal dayanışmaya olan gereksinim arasında yaşanılan gerilimin giderek yükseldiğini işaret etmektedir. Bu gerilim tarihte bir ilki de ifade etmemektedir. Sanayi Devrimi sonrası yaşanan toplumsal sorunlar, iki dünya savaşı, yaşanan ekonomik bunalımlar ve sonrasında ortaya çıkan gelişmeler, en genel anlamda yaşanan yoksulluk ve yoksunlaşma sorunlarının, sadece birey üzerine bırakılamayacak sorunlar olduğunu göstererek, toplumsal dayanışma ve sorumluluğun, sosyal olan çerçevesi içinde, en güzel çizgi ve renklerini sergilemiştir. Bu noktada dönüp tarihten ders almak ve hangi sergi içinde hangi renkleri görmek istediğimize karar vermek ise bir zorunluluk değil hala bir seçim olarak karşımızda durmaktadır.
___________
1 Fişek, A. Gürhan(1992), “Güvence ve Sağlık”, Çalışma Ortamı, Sayı:2,