BİREYLER-ARASI GÜVEN İLİŞKİSİ VE TOPLUMSAL DAYANIŞMA ZORUNLULUĞU

Çalışma Ortamı, Sayı:38 Mayıs Haziran 1998

KUTU NO.1

SOSYAL GÜVENLİĞİ ÖNDE GELEN SORUNLARI

  • Sosyal devletin eritilme sürecinde “sosyal” niteliği ile ayakta durmaya çalışmasıdır.
  • Sosyal güvenlik kurumlarının, kendi çıkarları doğrultusunda hareket edememesidir.
  • Parlamentodan çıkan yasalarla, sosyal güvenlik kurumlarının dengelerinin ve işleyişinin bozulmasıdır.
  • Kayıt ve buna bağlı olarak değerlendirme sistemlerindeki yetersizliktir.
  • Yanlızca tazmin felsefesi ile yürütülen hizmet yaklaşımıdır.

“Bireylerin kendisini bağımsız bir varlık olarak algılaması, kendini geliştirmesi ve kendisiyle barışması” ile “bireyci” davranması arasında ne kadar ince bir aralık var. Kişilerin bu ince çizgiyi aşmalarını önleyen tek fren mekanizması da, birbirlerine duydukları “güven” ve “gereksinme”. Her bireyci davranış arkasında, “çevresine ve yanıbaşındakine güvensizlik” ve “sözde uyanıklık” yatıyor.

İşte “sosyal güvenlik ve dayanışma” ile “bireysel kurtuluş” arasındaki ince çizgi de bu.

Bugün, yoksulluğun ve yoksulluğa kayışın hızla artışı, kişileri çevrelerindeki insanları farketmekten alıkoyuyor; onları yalnızca kendi yaşamsal gereksinmelerini ne pahasına olursa olsun” elde etmeye itiyor. Yaşamak için hemen yanındaki ile kıyasıya bir mücadeleye girişmek zorunda olduğu sanısına kapılıyor. Aslında bu mücadelenin yanlış adresidir. Çünkü onu yoksullaştıran, kendi yeteneksizliği ya da komşusununki değil; küreselleşmenin yarattığı derin gelir farkı uçurumudur.

Gelir dağılımındaki bu uçurumun daha da derinleşmesini isteyenler, kendilerine önemli hedefler seçmişlerdir. Bunlar arasında sosyal devlet ve sosyal güvenlik; ulusal sağlık ve eğitim sistemleri önde gelmektedir.

Bugün insanları daha zor koşullarda yaşamaya iten de, sendikaların belini kıran da (toplu iş sözleşmelerini ve iş barışını olumsuz yönde etkikeleyen), gelir kefelerinden ağır basanını, daha da ağırlaştırmak çabasıdır.

Onun için sosyal güvenlik sisteminin temel sorunsalı, “sosyal devletin eritilmesi”dir. Bugün sosyal güvenlik kuruluşları, gerek ülkemizde ve gerekse dünyada , kendilerini bu konuma iten felsefenin araçları ile kurtulmaya çalışmaktadırlar.

Ülkemize dönüp, sıradan insanın, “sosyal güvenlik”le ilgili algısına ve duyarlılığına gözatalım. Yoğun bir güvensizlik ve yadsıma ile karşılaşırız. “Ödediğim pirimi bana verseler, aynı parayla ben aldığım hizmetin on kat daha iyisini alırım”. İşte “sosyal” değil “bireysel” çözüme özlem…

Ama deprem, sel baskını, toprak kayması ya da orman yangınlarında, “devlet”ten yardım beklenir. “Sosyal devlet” o zaman anımsanır. Felaket bölgesine gelmeyen “devlet büyükleri” suçlanır. Özelleştirmenin bayrakları şu soruyu sormaz: “Neden yangın sigortası yaptırmadınız?”

Yine hiç bir toplum örgütü, “Neden, sosyal güvenlik sistemimize, bazı ülkelerde olduğu gibi, doğal afetleri de bir risk konusu olarak koymadınız?” demez ve bunu sağlamak için de bir mücadele platformu açmaz.

Bütün bunlar, ülkemizde “sosyal” değil de, “bireyci” bakış açısının egemen olduğunun kanıtlarıdır. “Bireyin kendisini bağımsız bir varlık olarak algılaması, kendini geliştirmesi ve kendisiyle barışması” ile “bireyci” davranması arasındaki ince aralığı ne denli aştığımızı gösteriyor. Kişilerin bu ince çizgiyi aşmalarını önleyen tek fren mekanizması (birbirlerine duydukları “güven” ve “gereksinme”) çalışmıyor.

İnsanların birliktek hareket edebilmelerinin ön koşulu, bu hareketin belirli bir ortak temele dayanmasıdır: Amaç beraberliği. Bu amaç beraberliği de tıpkı bir organizma gibi, kendi kurallarını ve gelişme doğrultusunu koyar. Bu “ortak girişim”in kendi mantığı ve çıkarları vardır. Ama bu ortaklığı oluşturan bireylerin, kendi çıkarlarını anımsamaları ve “girişim”I oraya çekmeye çalışmaları, bütün uyumu bozar.

Ne yazıkki, bugün sosyal güvenlik ve dayanışma sistemimiz, daha önce saptadığımız gibi, “birbirine güven duymayan ve kendisini uyanık sanan” bireylerce, kendi gündelik çıkarları doğrultusunda etkilenmeye çalışılmış ve çoğunlukla da başarılı olunmuştur. Çünkü, bu bireyler ya ekonomik ya da siyasal erkte etkin konumlar elde etmişler; konumlarını da “sistem”i deforme etmekte kullanmışlardır; kötülük olsun diye değil, kısa erimli çıkarları öyle gerektirdiği için. Ama sonuçta, kötülük yapmışlardır.

Bugün ülkemizde, çalışmaların kayıt edilmesinde ve istatistik yönden değerlendirilmesinde büyük bir boşluk yaşanmaktadır. Sözgelimi, ülkemizdeki “ölüm nedenleri” gelişigüzel yazılmaktadır. Ülkemizdeki insanların % 81,7’si sosyal sigorta şemsiyesi altında olmasına karşın; ölenlerin %51’i doktordan uzak ölmektedir. İki gün üst üste doktora çıkan sigortalının (ya da iştirakçi), bir gün önceki sağlık kayıtlarkına erişmek hemen hemen olanaksızdır. Bu da, yoğun bir nitelikli-emek, tıbbi araç-gereç zamanı ve malzemesiyle ilaç israfına yol açmaktadır. Ortaya çıkan tablodan ne hizmeti sunan, ne de alan hoşnut kalmaktadır.

Hizmete yön veren araştırma bulgularının çok sınırlı olması, koruma politikalarının geliştirilmesini ve planlamasını da olanaksız (ya da verimsiz) kılmaktadır.

Tazmin felsefesi, riskin gerçekleşmesini bekleyip, ondan sonra kayıpları gidermeye çalışan yaklaşıma koyduğumuz addır. “Araba devrildikten sonra yol gösteren çok” olduğu gibi, sosyal sigorta kuruluşları da, yardım elini uzatmaktadır. Ama bu, hem “sistem”in insancıl özüne uymayan, hem de “çıkarı”na dokunan bir yaklaşımdır. Çağdışıdır; çünkü kökenini geçen yüzyılın yetersiz bilgi ve deneyim birikiminden almaktadır.

Henüz bulaşıcı hastalık etmeni olarak mikropların tanınmadığı; iş kazalarının, bilinen bazı önlemler alınmadığı için ortaya çıktığını kavrayamamış bir çağın önerisidir, “tazmin felsefesi”.

Çağdaş öneri ise, tehlikelerin önceden sezilerek, ölçülerek ve deneyimlerden dersler çıkarılarak önlemlerin alınmasıdır. Hem “tehlike altında” olan ve hem de “önlemi almak konumuda” olanların da “insan” olması dolayısıyla, bütün bu süreç bir “toplumsal uğraş, paylaşım ya da dayanışma” süreci olarak nitelenebilir.

Yaşamın her alanında, kazaların ve hastalıkların önüne geçilmesi, varolan sosyal sigorta sistemlerinini daha az kullanılmasını gerektirecektir. Çalışma ortamlarının ve insan ilişkilerinin olumlu kılınması, “işi işkence olmaktan çıkaracak” ve insanlar emekli olmak için can atmayacaklardır. Yaşlanan nüfusun, bilgi ve birikimlerinden yararlanmanın yeni yolları yaratılarak, hem insangücünün boşa harcanmasının ve hem de “pasif” konuma geçmesinin önü alınacaktır.

Bütün bunların gerçekleştirilebilmesi için, toplumsal güven dayanışmanın geliştirilmesi gerekir. Anayasada sözü edilen “demokratik ve sosyal hukuk devleti” dedikleri işte bu temelde yükselen toplumsal örgütlenmedir. Bunun sağlanabilmesinin ön koşulu da, “insan” haklarını, “insan”ların (hak sahiplerinin) savunmasıdır.

Bugün insanları daha zor koşullarda yaşamaya iten de, sendikaların belini kıran da aynı. Burada amaç, gelir bölüşümündeki iki kefeden ağır basanını, yani yüksek gelirliler kefesini daha da ağırlaştırmak çabasıdır.

Gelir dağılımındaki uçurumun daha da derinleşmesini isteyenler, kendilerine önemli hedefler seçmişlerdir. Bunlar arasında sosyal devlet ve sosyal güvenlik; ulusal sağlık ve eğitim istemleri önde gelmektedir.

Yoksulluğun ve yoksulluğa kayışın hızla artışı, kişileri, kendi yaşamsal gereksinmelerini “ne pahasına olursa olsun” elde etmeye itiyor. Yaşamak için hemen yanındaki ile kıyasıya mücadeleye girişiyor.

Aslında bu sorunların, aynı sıkıntıyı yaşayanların birlikteliğiyle, dayanışmasıyla aşılacağına inanması çok önemli. Sosyal güvenliğin, “yeniden gelir bölüşümü”nü sağlama isteği işte bu noktada doğuyor : Her kefenin kendi arasında kaynak aktarması değil; “çok gelirli” kefeden “az gelirli” kefeye gelir aktarılması bekleniyor.

Ama bu aktarımın, “vicdanlı ya da hayır işlemek isteyenlerin niyetleri” ile değil, bir “insan hakkı” olduğu için yapılması gerekiyor.

Sosyal güvenlik, “herkes”e bir gün gerekebilecek bir hak. Gelir dağılımı, gittikçe bozuluyor; gelir uçurumu derinleşiyor; kaza ve hastalıklar cüzdana aldırmıyor. Bunun için şu sese kulak verelim : “Susma sustukça sıra sana da gelecek”.