Bugün yaşamak zorunda kaldığımız bir çok olumsuzluğun kökleri çok önceleri ya ipuçlarını vermiştir; ya da denenmiştir. Onun için, Türkiye’nin bugün yaşadığı kurumsal erozyonların “ansızın”, “hiç beklenmedik bir biçimde” ortaya çıktığını söylemeyelim. Sorgulamamız gereken iki şey var:
* Neden bugün başarılabiliyor ?
* Neden bu girişimler, bunca zaman yalnızca ertelenebildi de, bir daha çıkmamak üzere gömülemedi ?
Kurumsal erozyonlar bugün her yanı sarmıştır. Biz, zaman içerisindeki gelişimlerini inceleyerek, bunlardan üçü üzerinde durmak istiyoruz:
1. Sağlık ve sosyal güvenlik kurumlarının ve sisteminin erozyonu
2. Emperyalizmin yeni dönemi ve ulus-devletlerin bağımsızlıklarını yitirmesi
3. Siyasal partilerin ve siyasetin erozyonu.
Bunların hepsi 12 Mart 1970’de kendisini belli etmişti; hatta ondan önce. 12 Mart 1970’i “çarşamba”, 1980’i “perşembe” olarak görürsek; bunun bir salı günü olduğunu da düşünmemiz gerekir. 1946 da “salı”dır. Bugün ise “Cuma”yı yaşıyoruz.
1.“Salı” (1946)‘yı yukarıdaki göstergeler açısından irdeleyelim:
1.1. Sosyal Yardım Bakanlığı, 6 Haziran 1920’de 3 No.lu Yasası ile kurulmuştur; Cumhuriyet’in gözbebeğidir. SSYB, Türkiye’nin en yoksul yörelerinde bulaşıcı hastalıkları ortadan kaldırma başarısını gösterirken; hizmetin kaymağını oluşturan tedavi hizmetleri başka bir kuruluşa sunulmuştur. Tıpkı eğitim gibi, sağlık hizmetlerinin de tek elden yürütülme ilkesi varken. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na fırsat tanınmadan İşçi Sigortaları Kurumu Hastaneleri İstanbul’da kurulmaya başlanmıştır.
1947 yılında, henüz “hastalık sigortası” devreye girmeden; SSYB’nin telaşla “genel sağlık sigortası” önermesi, “çarşamba”nın gelişinin habercisidir.
Çarşamba’nın gelişinin bir başka habercisi de ilaç sanayiinin ithal teknolojiler ve yabancı sermayeyi teşvik yasası şemsiyesi altında gelişmesiydi.
1.2. İthal reçeteler dönemi, 1946’da başlamıştır. İlk ithal çözüm, o güne kadar Türkiye’nin hiç deneyimli olmadığı “sigorta” çözümünün acele ile uygulamaya konulmasıdır. O kadar ki, sistemin kurucularından biri, biz sigortayı işi yaparken öğrendik diyordu. Marshall yardımları, Nato’nun kurulması ve Kore Savaşı’na katılmamız da Türkiye’nin dış politikadaki bağımsızlığını yitirdiğinin habercisiydi. Nitekim 1960’lara doğru kurulan “Bağlantısızlar Hareketi”ne davet edilen Türkiye’nin yanıtı “bağlantısız olmadığı” yönündeydi. Yine bu dönemde, 1961’de Kongo’da, Başbakan Lumumba’nın devrilmesi ve öldürülmesi de bir başka gözdağı olarak önümüze konulmuştu. Bütün bunlar, “çarşamba”nın gelişinin habercileriydi.
1.3. Çok partili rejime geçiş, cumhuriyetin çizgisinden şaşma, din simsarlığının siyaset aracı olarak kullanılması ve “seçmen”in her şeyi yapmaya yetkin olduğuna inandırılması, he siyasal partilerin ve hem de siyasetin erozyonunda bir başlangıç oluşturmuştu. Köy Enstitülerinin kapatılması da, KİT’lerin Çırak Okulları’nın yozlaştırılması da, “kör ve cahil” bir seçmen yaratılmak istendiğinin kanıtlarıydı. Cumhuriyetin gözbebeği Ankara Hukuk Fakültesi’nin ilk binasının “il müftülüğü” yapılması, Ankara Belediyesi tarafından İşçi Sigortaları Kurumu’na satılan Ankara’nın Kızılay’ın en merkezi yerine cami yapılması dayatması da birer gövde gösterisiydi. Ve tümü birer haberciydi.
Bu simgeler, Çarşamba’dan Cuma’ya özenle geliştirildi. 1965’lerde Prof.Dr.Cavit Orhan Tütengil, kentin kır tarafından kuşatılmasına önlemler önerirken; yoksul köylü çocuklarına okuma olanağı tanınmalı derken; bir Perşembe günü, İmam Hatip Okullarının çoğaltılmasıyla, bu gereksineminin karşılanması, “Cuma”nın işareti oluyordu
2. “Çarşamba” (1970)‘i yukarıdaki göstergeler açısından irdeleyelim:
2.1. Zaten 1965 yılından beri budanmaya ve savsaklanmaya başlayan “sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi”, açıktan eleştirilmeye başlanmıştır. Genel Sağlık Sigortası (GSS) kurulması gerektiği önceleri popülist bir çıkışken, sonraları sistemli bir hale sokulmaya çalışılmıştır. Neredeyse 35 yıl sonra, iktidar, ancak 2005’te bunu bir yasanın içine GSS’yi monte edebilmiştir (Hala uygulama şansı bulabileceği kuşkuludur).
Sosyal sigorta kuruluşlarını bir kurum altında toplama girişimi de eskidir. 1964’te İşçi Sigortaları Kurumu’nun adının “Sosyal Sigortalar” Kurumu olarak değiştirilmesi bu düşüncenin ürünüydü. Ama Emekli Sandığı’nı bu yapıya katma olanağı bulunamadı ve 1972’de üstüne bir de Bağ-Kur eklendi.
Sosyal güvenlik kurumlarının üç parça edilmesi, aslında işlevsizleştirilmesinin de habercisiydi. Yine bu dönemde “erken” emeklilik yaratılarak, yurttaşlar sigorta kavramına ısındırılmaya çalışılıyordu. SSK’ya verilen Zelenka Raporu ile 1971’de “Perşembe’nin Gelişi” haber veriliyordu
2.2. Emperyalizmin yeni döneme geçişinin etkilerini, Türkiye, 1974 petrol krizi, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrası ambargolar ve ithalattaki sıkıntılarla görmeye başlamıştı. Kıbrıs Barış Harekatı, ABD tarafından bir yandan “ambargo” vesilesi olarak kullanılıp, Türkiye ekonomik baskılarla “terbiye” ediliyordu. Öte yandan da Bağlantısızlar Hareketi’nin en önemli önderlerinden biri olan Kıbrıs Cumhuriyeti, böylece felç edilmişti. Bu ABD’nin çok işine geliyordu.
Başbakan tarafından “on sente muhtaç olduğumuzun açıklanması” da, üzerimizdeki baskıyı anlatmaya ve Perşembe’nin gelişini açıklamaya yeterliydi. 12 Mart müdahalesi, emperyalizmin Türkiye’yi teslim alması açısından yarım-yetersiz kalmış, ama kapıyı da aralamış bir girişim olarak kabul edilmelidir. Bu dönemde Şili’de Başkan Allende’nin devrilmesi ve öldürülmesi de bir başka gözdağı olarak önümüze konulmuştu.
2.3. 12 Mart 1970 Askeri Muhtırası’nın önderi o zamanki Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, şöyle diyordu: “Ülkemizde sosyal gelişme, ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir. Bu konuda gereken tedbirler alınacaktır”.
Siyasal ve sosyo-kültürel planda erozyonun önemli köşe taşlarından biri de 12 Mart 1970 Askeri Muhtırası ve onu izleyen gelişmelerdir. Siyasal partilerin ikinci plana itilmesi ve partilerüstü hükumetler çözümleri ile birlikte “üniversite öğretim üyelerinin ve aydınların” tutuklanmaları at başı gitmişti. Demek ki asıl hedef siyasetin değil, onun besleyicisi konumunda olması gereken aydınlardı. Gerçekten de kamu kurumlarından uzaklaştırmalarla birlikte tutuklamalar ve gözdağı vermeler, aslında siyaseti yozlaştırmayı hedefliyordu.
3. Perşembe (1980) : 12 Mart 1970 sonrası, olağanüstü dönemin iktidarlarının, devlet kademelerinde yaptığı temizlik de kendisine bağlılık göstermeyen, ama görevini hakkını vererek yapmak isteyenlerin cezalandırılmasıydı. Bu “perşembe”nin gelişini haber veriyordu. Çünkü bu uygulamadan hala ders almayanlar ya da hukukun üstünlüğüne dayanarak eski görevlerine dönenler 12 Eylül 1980’de, yargısız infazlarla görevlerinden uzaklaştırılmışlar; yine hukukun üstünlüğüne dayanarak ancak 10 yıl sonra dönebilmişlerdi. Ama 1980-90 arası, özellikle ithal reçetelere dayalı yönetimler için kamu kuruluşlarını “dönüştürmek” (daha doğrusu başkalaştırmak) için yeterli olmuştu. Bu başkalaştırma girişimi için, sindirilmiş ve ürkütülmüş taban yaratılmıştı.
3.1. Sağlıkta ve sosyal güvenlikte ayakta durabilenleri de devirme dönemi başlamıştı. 1980 sonrası “toplum” hekimliğinin sözlüklerden çıkarıldığı bir dönem oldu. Kamu sağlığı alanında, sorumlulukları sırtından atmak isteyen bir devlet vardı. Nitekim, 1982 Anayasası, sağlığı bir “hak” olmaktan çıkardı ve “hizmet” olarak niteledi.
Sanki hiç “çarşamba” gelmeyecekmiş gibi, SSYB, 1961 yılında, sağlığın sosyalleşmesi yasası ile bir yanıyla sağlığı herkese ulaştıran, diğer yanıyla sağlığı olanca zenginliğiyle ele alan “tümelci” bir yaklaşım benimsemişti. Bu sosyal devletin yükselişinin sağlık alanına yansımasıydı.
Ama Türkiye Sosyal Politika tarihinin “Çarşamba” gününde, Dünya Bankası kredisi ile oluşturulan “Sağlık Projesi” ise, sağlığın piyasalaştırılması için ortam hazırlamaya girişti. Tüm yayınlar, tüm küçük çaplı pilot uygulamalar (sözgelimi Bilecik uygulaması), “Cuma”nın habercisiydi.
Erken emeklilik ve super emeklilik formulleri, önü ardı düşünülmeden uygulanıyordu. Ama henüz, ne bol keseden emekliliği, ne de bol keseden (daha doğrusu koruma seçeneğine hiç kaynak ayırmadan) tedavi hizmetinden vazgeçmek gerekiyordu. Ama işaretler, “Perşembe’den Cuma’ya” giderken su yüzüne çıkacak ve karadelikler konuşulmaya başlanacaktı.
3.2. 11 Eylül 1980’de ABD’de sabah olduğunda haber ajansları Türkiye’de askeri darbe olduğunu haber veriyordu. Halbuki saat farkından ötürü daha Türkiye’de sabah olmamıştı ve darbe de olmamıştı. Bu bize 12 Eylül askeri darbesinin en hafif deyimiyle ABD’den icazetli (onaylı) bir darbe olduğunu düşündürüyordu.
Yine ithal reçeteler dönemi başlamıştı. Türkiye hiç tanımadığı kişilerle ve fikirlerle tanışmayı, kaderini onlara teslim etmeye başlamıştı. Friedman bunlardan biriydi; Graham Fuller vb. ise diğerleri. İthal reçetelerle birlikte ithal paranın (dış borcun artması, dış kaynaklı paranın ekonomide kendine yer açması) girişi de artıyordu. Devlet borçlanırken, yurttaşlar da borçlanıyordu. Banker faciası, kredi kartı batakçılarının habercisiydi.
Emperyalizmin, ülkelere biçtiği roller (sosyalist sistemin dağılması vb) ne pahasına olursa olsun uygulamaya konuluyordu.
3.3. 12 Eylül 1980 darbesi, kendisinden önceki 12 Mart Muhtırası’nı izleyen olağanüstü dönemin tersine siyasal partileri de kapatmış; liderlerini tutuklamıştı. Kamuda kurmak istediği yeni düzene direnebilecek tüm kişileri “ekmek”siz bırakacak ölçüde radikal bir biçimde işten atmıştı. Siyasal partilerin kadrolarını yitirmesinin yanında, Kenan Evren başkanlığındaki Milli Güvenlik Konseyi, veto silahını kullanarak, ancak kendi izin verdiği kişilerin siyaset sahnesine çıkmasını istemişti.
Bu radikal müdahale, yeni siyasetçi tipinin habercisiydi. Zaten Salı günü de, Çarşamba günü de bunun öncülleri vardı. Böylece deneyimli ve güngörmüş siyasetçi tipi yerine, deneyimsiz, cüretkar (!), kendi çıkarına davranmakta tereddütsüz ve egemenlere boyun eğmeye yatkın bir kuşağı milletin temsilcileri arasına sokmuştu. Bu kuşak, Milli Güvenlik Konseyi Başkanı’nın dinde yobazlığa göz yuman ve destekleyen tutumundan da güç alıyordu. Yan yana camiler kuruluyor, çarşaf ve cübbe sokağa iniyordu: “Cuma’nın gelişi, Perşembe’den belliydi”.
Hoşgörüyle “yobaz”lığı baş tacı etmeyi karıştıranlar da vardı. Onların aymazlığı, yobaz olmasa da halk dalkavukluğu yapanlar ya da emperyalist güçlere karşı çıkamayanlar, tehlikeli gidişe kararsız kalıyorlardı. Artık siyasette, ideolojik farklılaşmalar hemen hemen kaybolmuş; her parti aynı yolun yolcusu olmuştu
4. Cuma (2002) gelmekte gecikmedi. Yeni iktidar, ABD-AB kaynaklı ithal reçeteleri de önüne katarak bir çok yasayı TBMM’den geçirdi.
4.1. Sağlıkta, hala 224 sayılı Sosyalleştirme Yasası duruyor ama, onunla taban tabana zıt bir hizmet felsefesi, “pilot çalışmalar” adıyla yaygınlaştırılıyor. Böylece yasaya karşı “hile” yolu seçiliyor.
Önce SSK hastaneleri “işletme”ye çevrilmeye çalışıldı; sonra, hizmet satın alma adı altında kendi hastaneleri devre-dışı bırakılmaya başlandı. Son olarak, bir “Perşembe” günü, sıklıkla sözü edilen “üretken SSK”nın yerine hizmetini kendi üretmeyen, yalnızca satın alan bir SSK ortaya çıktı. SSK hastanelerinin elden çıkmasından sonra, yabancı sermayenin de bu alana girmesi, yalnızca bir zamanlama sorunu olmuştur
4.2. Bağımsızlıktan ve ulusallıktan söz etmek çağdışı oldu. ABD-AB’den izinsiz adım atılamaz oldu. İletişim hatlarımızdan, bankalarımıza; limanlarımızdan su kaynaklarımıza kadar hayat damarlarımız yabancı ellere teslim edildi. Küresel pazar ile bütünleşen Türkiye’nin, ulusal kurumları birer birer yok edilmekte. Öte yandan siyasal cinayetler artık karşıt düşünceye yaşam hakkı tanımamayı hedefliyor. Siyasal cinayetler de küreselleşti ve uygulayıcıları da küresel terör örgütleri. Emperyalizmin, ülkelere biçtiği roller (Büyük Ortadoğu Projesi, ılımlı islam vb) ne pahasına olursa olsun uygulamaya konuluyor.
4.3. Siyasal partiler, hazine yardımları ile zenginleşirken, milletvekilliği için yapılması beklenen ön seçimler de rafa kaldırılarak, siyasal partilerin halka bağımlılığı sıfıra indirildi. Halktan koptular. Bunun en belirgin göstergesi, Ankara’daki parti binalarıydı. Halk yoksullaşırken, borç batağında yüzerken, hazine yardımına hak kazanan partilerin binaları görkemli bir biçimde yükseliyordu. Yurttaşın siyasetçilere güveni kalmamıştı; ama siyasetçi de yurttaşa gerek duymuyordu. İktidar partisi tam istihdamdan uzaklaşırken, sosyal yardımlarla bir “bağımlı” kitlesi yaratarak, Cuma’yı pekiştiriyordu.
Cuma’yı simgeleyen 2002 sonrası siyasal dönemin en belirgin özelliği, boyun eğiciliği ve hazırdan (borç) yiyiciliği olmuştur. Halkı da kendilerine benzetmek istiyorlar.
Cuma’yı simgeleyen 2002 sonrası siyasal dönemin en belirgin özelliği, boyun eğiciliği ve hazırdan (borç) yiyiciliği olmuştur. Herkesi de kendilerine benzetmek istiyorlar.
Ama bize öyle öğretilmedi. Cumhuriyeti kuran dedelerimiz, Cumhuriyet’e omuz veren babalarımız öyle yapmadı. “Okumuş cahil” denenlere soruyorum: Cumartesi gelmeyecek mi ?! Yoksa Aziz Nesin’in dediği gibi, Atam “izin”deyiz, bizi bağışla mı deyip yan gelip yatacak mıyız?