Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı : 68 Yıl : Mayıs Haziran 2003
Geçtiğimiz günlerde, Irak-Amerika-Ortadoğu üçgenindeki tartışmalar ve savaş kaygılarıyla dünya çalkalanırken, Irak özelinden dünya geneline bakmamızı gerektiren başka bir tartışma daha gündeme gelmişti. Hatırlarsanız, Birleşmiş Milletler aynı günlerde Kuzey Irak’taki su sorununa yönelik dünyayı uyarmış ve bölge halkının temel su gereksinimini karşılayabilmek için birçok su tankerini bölgeye göndermişti. Savaşın başlatıldığı 20 Mart 2003 tarihinden iki gün sonra ise yine çok önemli bir gün daha yaşandı dünya üzerinde: 22 Mart Dünya Su Günü1. Gündem sadece Irak değildi elbet; ama başka bir savaştı tartışma konusu olan: Ekolojik denge ile insanoğlu arasındaki savaş. Bu güne özel olarak, 16-23 Mart tarihleri arasında Japonya-Kyoto’da 3. Dünya Su Forumu yapıldı; ve 23 BM ortağının katıldığı bu toplantıda, Dünya Su Değerlendirme Programı’nın (World Water Assessment Programmee – WWAP)2 ilk baskısını yayınladı.
Amacımız önemli günler ve haftaları yad etmek değil elbette. Gelin görün ki, bu rapordan çıkan gerçekler, savaş sırasında göz ardı ettiğimiz başka bir savaşı gözler önüne seriyor. Dünyada su tükeniyor; var olan su kaynaklarının kalitesi ise, ekolojik kirlilik ve nüfus artışı nedeniyle günden güne düşüyor. Bu düşüş bir cümleyle belki bir şey ifade etmiyor ama, dünyada her yıl 2,2 milyondan fazla insanın pis içme suyu ve sanitasyon yetersizliği sonucu ortaya çıkan hastalıklar yüzünden öldüğü, her gün 6000 insanın, özellikle 5 yaşın altındaki çocukların, diyare nedenli hastalıklardan öldüğü ve her yıl yaklaşık 1 milyon insanın sıtmadan öldüğü düşünülürse, suyun kalitesinin düşüşü, içimizi ferahlatmak için içtiğimiz bir yudum suyun tadını, yüzümüzü buruşturarak beğenmememizden daha öte anlamlar taşıyor.
Bu öte anlamların ciddiyetini sayılar bombardımanına boğulmadan da anlamamız pek kolay değil. Rapordan çıkan bazı verileri sizlerle paylaşacak olursak, insanoğlunu bekleyen yaklaşık 50 yıl içinde yaşayacağı tehlikelerin boyutunu anlatmamız biraz daha kolay olacak sanırız: Önümüzdeki 20 yıl içinde kişi başına düşen ortalama su miktarının üç kat düşmesi, buna paralel olarak, bu yüzyılın ortalarına kadar, en kötü ihtimalle 60 ülkeden 7 milyar insanın ve en iyi ihtimalle 48 ülkeden 2 milyar insanın su kıtlığı problemiyle karşı karşıya kalması bekleniyor. Her gün dünyada yaklaşık 2 milyon ton atık nehir, göl veya derelere boşaltılmakta; ve 1 litre atık su yaklaşık 8 litre tatlı suyu kirletmekte. Rapordaki hesaplamalara göre, dünya çapında yaklaşık 12.000 km3 kirlenmiş su tahmin ediliyor; bu rakam da dünya üzerindeki en büyük 10 nehrin havzasında, o anda bulunan toplam su miktarına eşit. Sonuç olarak, eğer dünya nüfusu şu andaki gibi artmaya devam ederse, 2050 senesine kadar 18.000 km3’lük tatlı suyun kaybedileceği tahmin ediliyor. Bu da, tüm ülkelerin şu anda her yıl sulama için kullandıkları su miktarının yaklaşık 9 katına denk.
Bu ve bunun gibi iç karartıcı gerçekler, her ne kadar medyadan bizlere ulaştırılmasa da, özellikle Birleşmiş Milletler’in UNESCO ve UNEP (Birleşmiş Milletler Çevre Programı) birimleri tarafından bu sene sürekli tartışılmakta. Bunun en büyük nedeni içinde bulunduğumuz 2003 yılının, Tacikistan hükümetinin önerisi ve 148 üye ülkenin desteği ile ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararı ile Uluslararası Tatlı Su Yılı3 olarak ilan edilmiş olmasında yatıyor. Az önce sunulan gerçeklerle birlikte düşünüldüğünde, 2003’ün tatlı su yılı ilan edilmesindeki gerekçe temel birtakım gerçeklere dayanıyor: Dünyanın dörtte üçü suyla kaplı olsa da, bunun ancak çok az bir bölümünü tatlı su kaynakları oluşturmakta; ve bu kaynakların da % 70’i gıda üretimi için tüketilmekte. Gelecek 30 yıl içerisinde, dünya nüfusunun, % 60 daha fazla gıdaya gereksinim duyacağı tahmin edilmekte; ve zaten kısıtlı olan tatlı su kaynakları nüfus artışı, kirlilik ve beklenen iklim değişiklikleri ile birlikte daha çok azalmaya mahkum kalmış durumda. Bununla birlikte liderlik ve yönetim düzeyinde ileriyi göremeyen ekonomik kaygılarla biçimlenmiş bir duyarsızlık, ülkelerin kısa vadeli politikalarında bu soruna yeteri kadar önem vermemelerine neden oluyor. Kısaca, temel ihtiyaçlara duyulan gereksinimlerin daha çok artacağı, buna karşın bunları karşılayacak kaynakların çok daha azalacağı bir dünyaya doğru emin adımlara gitmekteyiz. Hiç söylemeye gerek yok ki, böylesi bir global su krizi, en çok gelişmekte olan ülkeleri vuracaktır.
2003 yılının Uluslararası Tatlı Su Yılı ilan edilmesi tek başına bir anlam taşımıyor elbet. Bu girişimi, ilk adımı 1972 yılında Stockholm’de atılmış olan, çevre bilinci ile kalkınma problemlerinin bir arada düşünülüp tartışıldığı, yaklaşık 30 yıllık bir kaygılanma tarihinin devamı niteliğinde düşünmek gerekiyor. Bu süreç içerisindeki gelişmelere bakılacak olursak, 1977 yılında Mar del Plata’da yapılan BM Su Konferansı’nı, 1981-1990 yıllarının Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) öncülüğünde Uluslararası İçme Suyu ve Sanitasyon 10 yılı ilan edilmesini, 1992 yılında Dublin’de yapılan Uluslararası Su ve Çevre Konferansını ve yine aynı yılda gerçekleşen ve Rio Deklarasyonu ve Gündem 21’le sonuçlanan ve ilk en büyük katılıma sahip olan BM Çevre ve Kalkınma Konferansını (Zirvesini), 1994’teki Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansını, 1995’te Kopenhag Deklarasyonu ile sonuçlanan Dünya Sosyal Kalkınma Zirvesi’ni, 1996’da İstanbul’da gerçekleşen BM İnsan Yerleşimleri (Habitat II) Konferansını, 2001 senesinde Bonn’da gerçekleşen Uluslararası Tatlı Su Forumu’nu, 2002-Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi (Rio+10)’ni aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Tüm bu toplantılardan bahsederken unutulmaması gereken nokta, bu uluslararası ya da uluslar-üstü buluşmaların isimleri değil elbette. Bu toplantılarda amaçlananlar ve toplantıların kendi iç çelişkileri, bize, 2003 Uluslararası Su Yılı’nı ve bundan sonra atılacak olan adımları değerlendirmemiz konusunda ipuçları verecektir.
Bu noktada söylemeliyiz ki, DSÖ’ce yürütülen Uluslararası İçme Suyu ve Sanitasyon 10 Yılı4, sürdürülebilir kalkınma tartışmaları açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Bu 10 yıl içerisinde belirlenen hedefler doğrultusunda, su konusu, çevre ve sağlık problemlerinin ötesinde değerlendirilmeye başlanmış, dolayısıyla problem sosyal adalet kavramıyla birlikte gerçekleştirilmesi gereken bir kalkınma probleminin parçası olmuştur. Böylece, çevre, su, ve sağlık problemlerinin, diğer kalkınma faaliyetleri ile beraber, disiplinler-arası bir programla yürütülmesi amaçlanmıştır. Ayrıca, sürdürülebilir kalkınmanın devamı için her türlü eşitsizliğin giderilmesi ve bu konuda yerel, ulusal ve uluslararası katılım ve işbirliği temel olarak alınmıştır. Bu tarihten itibaren, çevre ve su problemi sürdürülebilir kalkınma probleminin bir parçasıdır artık. Ancak, sürdürülebilir kalkınma terimi, çevresel kaygılar gündeme geldiğinde, kendi içinde çelişkili ve belirsizlikler taşıyan bir kavramdır. Nitekim, bu çelişkilere, bu tartışmalar gündeme geldiğinden beri, bahsi geçen uluslararası ve uluslar-üstü toplantılarda tanık olunmaktadır. Temel çelişki çevrecilerle kalkınmacılar, yani ekolojik merkezli perspektifle teknolojik-ekonomik merkezli perspektif arasında yaşanmaktadır.5 Özellikle 1992 Rio Konferansı’nda da şiddetle tanık olduğumuz çelişkileri hatırlayacak olursak, birkaç önemli noktayı vurgulamakta yarar var. Bu zirvelerde anlaşmaya varılan nokta, nüfus, tüketim ve teknoloji artışı ile birlikte ekolojik dengenin bozulduğudur. Ancak, bu sorunlardan çıkış yollarından biri olarak, uygun teknoloji kullanımı önerilmektedir. Teknolojiye sahip olanlar ve olmayanlar arasındaki uçurum göz önüne alındığında, teknoloji kaynaklı problemlerin teknoloji yoluyla çözüme ulaştırılması ve bu teknolojilerin ancak gelişmiş ülkelerce tedarik edilebileceği gerçeği, sürdürülebilir kalkınma açısından çelişkili bir durum yaratmaktadır. Bu durumda, ülkeler arasındaki eşitsizlikler kapatılacağına açılacak, ve bağımlılık ilişkisinin yarattığı çelişkiler (çevresel, ekonomik, sosyal, vb.) azalacağına artacaktır. Aynı zamanda, ülkelerin bireysel ekonomik çıkarları ile, evrensel çevresel çıkarları birbirleriyle çeliştiği ve bu çelişkilere karşı bir denetim mekanizmasının eksik olduğu gerçeği unutulmamalıdır.6 Nitekim, hatırlanacak olursa, teknolojisiyle övünen Amerika, Rio Konferansı’nda Deklarasyonun bazı maddelerini imzalamayı reddetmiştir (ör, ekonomik üretimle birlikte yarattığı karbondioksit oranının 1990 senesi seviyesine indirilmesi). Dolayısıyla, bu toplantılarda, dünyanın ve insanlığın iyiliği ve kapital değerler arasındaki çelişki her yönüyle hissedilmektedir.
2003 Uluslararası Tatlı Su Yılı, birbiriyle böylesi çelişen iki farklı kaygı alanının devamında yeni bir duraktır. Dileğimiz, böyle ekonomik kaygılar sonucu, insanlığın su gibi temel bir ihtiyacı karşılayamayacak durumda olduğu ve bu yüzden birbiriyle savaştığı bir dünyaya gitmemek yönünde. Ama aynı ekonomik kaygıların savaştan para kazanabilen bir zihniyet olduğunu düşünecek olursak, neden anlaşmada varılan hükümlerin birtakım ülkelerce keyfi bir şekilde reddedilebildiğini anlayabiliriz. Dileğimiz, daha uzun yıllar suyu “hayat”la özdeşleştirebilmek, “savaş”ı düşünmeden…
____________________
KAYNAKLAR
1 http://www.waterday2003.org 22 Mart Dünya Su Günü, resmi web sayfası.
2 http://www.unesco.org/water/wwap UNESCO, Dünya Su Değerlendirme Programı, resmi web sayfası
3 http://www.wateryear2003.org Uluslararası Tatlı Su Yılı, resmi web sayfası.
4 Drinking-Water and Sanitation, 1981-1990: A Way to Health, Geneva: World Health Organisation, 1981.
5 O’Connor, J., “Is Sustainable Capitalism Possible?”, Is Capitalism Sustainable?: Political Economy and the Politics of Ecology, (ed. by O’Connor, M.), New York; London: The Guilford Press, 1994, s. 152-175.
6 O’Riordan, T., “The Politics of Sustainability”, Sustainable Environmental Economics and Management: Principles and Practices, (ed. by Turner, K.), London; New York: Belhaven Press, 1993, s. 37-69.