Kategori «Küreselleşme Sergisinden Tablolar»

Bir Barış Çağrısı : Damdan Düşen Halden Bilir

Bir Barış Çağrısı :

Damdan Düşen Halden Bilir.

Nasreddin Hoca, “Damdan Düşen, Halden Bilir” sözüyle, deneyimleri gözardı edenleri eleştirir; onların getirdikleri çözümlerin yetersizliğini vurgular. İki büyük dünya savaşı yaşamış olan Dünya’nın bu acı deneyimi, bir çok dersler çıkarılan bir evredir.

Barış ie ilgili en önemli üç belge hemen 2.Dünya Savaşı’nın sonunda imzalandı. Her satırı derslerle dolu ve bir daha savaş olmamasının yolunu gösteren belgelerdi bunlar:

İŞ SAĞLIĞI GÜVENLİĞİNDE HÜKUMETİN ÇIKMAZI : İŞÇİ SENDİKALARI

İŞ SAĞLIĞI GÜVENLİĞİNDE HÜKUMETİN ÇIKMAZI :

İŞÇİ SENDİKALARI

Avrupa Birliği Çerçeve Direktifi’nin (89/391) üzerinde ağırlıkla durduğu iş sağlığı güvenliği sorunlarının çözümünde işçi katılımı, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası ve sonrasında hakkettiği yeri bulamamıştır.

6331 sayılı yasa hala iş sağlığı güvenliği sorunlarının çözümünde tepeden inmeci yaklaşımların başarılı olacağına inanmaktadır (Yasanın diğer çıkmazları için bakınız: Fişek A.G. : YENİ DÖNEMDE (6331 s.k.sonrası) DEĞERLENDİRMELER, Çalışma Ortamı Dergisi Sayı : 130-132, Eylül 2013-Şubat 2014 ve www.isguvenligi.net) Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB) iş müfettişlerinin ceza tehdidinin, işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanlarının işyerindeki “tek yanlı ve buyurgan” çabalarının, iş kazalarının ve meslek hastalıklarının önüne geçeceği varsayımı, yasa koyucuda da vardır.

Www.isguvenligi.net aracılığı ile yaptığımız ankette konuyla ilgilenenlerin bu beklentiye kapılmadıkları anlaşılmaktadır. “Tek başına işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı istihdamının sağlanması, işyerlerinde iş kazalarıyla meslek hastalıklarının önüne geçer mi?” sorusuna verilen yanıtların dağılımı şöyledir (Erişim : 10 Kasım 2014) :

Post-Modern Dünyamızın Yeni Ruh Hali : Rengi Kırmızı, Adı Şiddet

İnsanlar birbirlerini yalnızca yararlı nesneler gibi görüyorlar; her biri ötekini sömürüyor ve sonuç şu ki, güçlü güçsüzü ayağının altında eziyor. (…) zayıf çoğunluğa, yoksullara, varlığını sürdürmesi için çok az şey kalıyor.i

Yaşanan ve yaşadığımız yüzyıllara bir renk verseydik, hiç kuşkusuz post-fordist üretim biçimi ve birikim rejiminin egemen olduğu, liberal iktisat politikalarının uygulandığı; hızlı sosyal, kültürel ve ekonomik dönüşümlerin ve değişimlerin gerçekleştiği; yoksulluğun, adaletsizliğin ve dışlanmışlığın hiç olmadığı kadar arttığı; küreselleşme çağı olarak nitelenen 20. ve 21.yüzyıllara, tehlikenin ve tahribatın simgesi, iştah açıcı, tansiyonu yükselten, trafik ışıklarında ‘dur’ sinyali olarak kullanılan ve akıtılan kanların rengi kırmızı uygun düşerdi.

Tıpkı tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte olduğu gibi, sanayi toplumundan sanayi ötesi toplumuna geçerken –biz ülke olarak birinci aşamayı geçmeden ikinci aşamaya geçmeye çalışmamıza rağmen- ekonomik ve sosyal bunalımlar yaşanmakta ve gelişen iletişim araçlarıyla küresel bir köy halini alan dünya diğer kültürel yapılardan ve toplumlardan etkilenilmektedir. Göç, kentleşme (kentleşememe), aşırı nüfus artışı sorunu, eğitim, işsizlik ve yoksulluk sorunu ve benzeri sorunlar yoğun olarak yaşanmaktadır. Bu durum, bir bütün olarak yaşadığımız toplumu “normsuz”, “kuralsız” ve “yabancılaşmış” davranışların yol açtığı insan ilişkilerinin normal, uygar, akılcı kalıplarının kırıldığı bir duruma nefret ya da panikte bir araya toplanmış bir kalabalığa dönüştürmektedir. Bu dönüşüm, beraberinde çağımızın “sosyal vebaları”ndan biri, amacı (bir amacı var ise), belirli bir kategoriyi yok etmek olan “şiddet”iii de ortaya çıkarmaktadır.

Özellikle kırsal alandan yoğun göçün yaşandığı kentlerde sosyal ve ekonomik yapı ile kültürel yapı arasındaki uyuşmazlıklar ve çatışmalar ortaya çıkmaktadır. Bireylerin gereksinimlerine karşı olan kayıtsızlıklar, kuralların eksikliği, hedeflerin gerçekleşmesi yerine gerilediğine ilişkin inanca eklenen çaresizlik ve hiçlik duygusu hemen hemen tüm toplumsal yapılardaki bireyler tarafından hissedilmektedir. İnsan, kendi özünden, doğal ve toplumsal çevresinden kopmakta ve onların egemenliği altına girmesi ile birlikte insanlar arasındaki ilişkiler, artık “şey”ler arası ilişkilere dönüşmektedir. Marx bu durumu “meta fetişizmi”iii olarak nitelendirmektedir. İnsanlar, kendilerini ve çevrelerini anlayamamakta ve çevreler ile kolayca iletişim kuramamaktadırlar. Alışkın oldukları ve bildik tarzda davranış kalıpları içerisinde hareket edeceğini sanmadıkları “insanlar” ile karşılaştıklarında huzursuzluk, rahatsızlık ve gerginlik yaşamaktadırlar. Yaşanan ruhsal ve düşünsel gelgitler ve gerilimler, toplumun işleyişini, birlikte yaşama biçimi ve arzusunu bozmaktadır. Toplumsal düzen ortadan kalktığında, insanlar, –sosyal kurallardan bağımsız olarak- başkalarına zarar verme olasılığını düşünmeksizin tepki verebilir ve vermektedirler. Yabancılaşma, kendini boşlukta hissetme veya değersizleşme duyguları ile beslenen toplu öfke, özellikle, toplumun alt kesimlerinde, insanlar arası ilişkilerde ani ve uzun dönemli çalkantılara yol açan şiddete dönüşebilmektedir.

Post-modern dünyamızda, var olan sosyal enerji yapıcı ve yaratıcı hedeflere yöneltilmemektedir. İnsanların kendilerini dışa vurabilecekleri alanlar ve ortamlar yaratılmamakta ve toplumda yaşayan her birey, farklı boyutlarda da olsa engellenmişlik duygusunun yoğun olarak yaşamaktadır. Toplumlarda, alkol, uyuşturucu bağımlılığı ve intihar gibi kendine karşı şiddet ile çocuk ve eşin dövülmesi gibi aile içi şiddet artmaktadır. Uysal ve namuslu rolünü zorlayan kızlara ve kadınlara karşı gerçekleştirilen bir şiddet türü olarak namus ve töre cinayetleri ve trafik kurallarının çiğnenmesi ile gerçekleşen ölümlü ve büyük fiziksel, ruhsal ve maddi kayıplara yol açan trafik kazaları, eskiden olmadığı kadar yoğunlukta yazılı ve görsel basında yer almaktadır. Kaba güç ve bazı erkeklik özelliklerinin abartılması ile -özellikle spor müsabakalarında tribünlerde- ortaya çıkan şiddet ile gasp, hırsızlık, kapkaç gibi başkasının malına zaman zamanda canına kasteden şiddet gibi türleri günlük yaşam pratiklerinin rutinleri arasına girmektedir.

Şiddeti, düzensiz ve kendi başına bir sorun olarak ele almak yanıltıcı bir durumu ortaya çıkarır. Şiddet, kökleri çok daha geniş bir tabana yayılan, sosyal, ekonomik, örgütsel, sosyolojik, psikolojik ve kültürel etmenleri de içeren yapısal ve toplumsal bir sorundur.

Şiddet olgusu, kendisini çok farklı biçimlerde göstermektedir. Toplumsal ve bireysel boyutta sürekli olarak evde, işyerinde, okulda, hastanede, yolda yürürken ve ekranlarda kısaca insanın ve yaşamın olduğu her yerde karşımıza farklı derece ve biçemlerde çıkmaktadır. Zaman zaman örtük zaman zaman ise apaçık bir şekilde yaşanmaktadır. Eziyet, korkutma, sindirme, yaralama, öldürme ve cezalandırma gibi şiddet türlerine her toplumda farklı derecede rastlamaktayız. Gerek şiddetin yöneltildiği kişi ve gruplarda gerekse toplumun genelinde yaralama gibi bedensel bütünlüğü bozacak durumlar içermese de (kızgınlık, asabiyet, çaresizlik, korku, sürekli tedirginlik gibi) ruhsal sarsıntı veya strese yol açarak kolay onarılamayacak izler bırakmaktadır. Önlenemeyen şiddet evde, işyerinde, okulda ve diğer toplumsal yaşamın var olduğu organizasyonlarda verimliliği önlemekte, başarıyı engellemekte, huzur, barış ve güven ortamını zedelemektedir. Özellikle, insanla yoğun etkileşim halindeki mesleki faaliyetlere yönelik uygulanan fiziksel saldırı, tehdit, aşağılama ve taciz benzeri şiddet içeren davranışlarla birlikte işçi sağlığı, güvenliği ve refahına yöneltilmiş tehditler bireyler ve ekonomi üzerinde zararlara yol açmaktadır. Bu noktada şiddetin içgüdüsel mi yoksa öğrenilmiş bir davranış mı olduğu tartışılmaktadır.

Diğer tüm insan davranışlarında olduğu gibi, insandaki saldırganlık ve bunun şiddete dönüşmesi, kişinin ruhsal ve toplumsal gelişiminin, nörolojik ve hormonsal yapısının etkileşimiyle ortaya çıktığına inanılmaktadır. Bazı sosyal öğrenme kuramlarına ve sosyalleşme sürecinin ilk aşamalarına göre çocuklar, bazı durumlarda nasıl davranacaklarını çevresindekileri gözlemleyerek ve onları taklit ederek belirlemektedir. Bu noktada çocukların ve gençlerin nasıl ve hangi kanallardan bilgilendikleri ve öğrendikleri önem kazanmaktadır.

Eğitim ve öğretim etkinlikleri aileden başlayarak okulda devam etmektedir. Eğitim ve öğretimin ana kaynağı olan okullarımızda var olan sistemin (sistemsizliğin) şiddet ve saldırganlığın oluşmasında ve gelişmesinde etkileri bulunmaktadır. Okullarımız, -eğitim sistemimizdeki eşitsizliklerle birlikte- yıllardan beri sadece dersliklerde bilgi aktarılan taş binalar olma durumundan kurtulamamaktadır. Genç ve çocuklarımıza kendilerini yetiştirip hayata hazırlayacakları; hırslarını, enerjilerini, öfkelerini sınırlayabilecekleri; özgüvenlerini geliştirebilecekleri spor, müzik ve kültürel etkinliklerin yoğun olarak hazırlanıp sunulduğu “akılcı” ve “gerçekçi” okul ortamları sunamadık. Bu durum, çocuklarımızın ve gençlerimizin, kendilerini okul ve aile ortamında baskı altında hissetmelerine yol açmaktadır.

Eğitim, öğretim ve bilgilenme, sadece taş binaların olduğu okullarda gerçekleşmemektedir. Amaçları arasında bilgilendirme ile birlikte kamuoyu oluşturmak ve eğitmek olan televizyon, radyo, gazete gibi kitle iletişim araçları ve yaşamdaki diğer etkileşim araçları ile de devam etmektedir. Özellikle görsel etkileme araçları, çocuklar ve gençler tarafından ne olup bittiğine yönelik bir “farkındalık” oluşmadan izlenmekte, göstergeler akıl süzgecinden geçirilmeden ve düşünmeden algılanmaktadır. Filmler, diziler, haber programları, reality şovları ve hatta çizgi filmler tarafından işlenen fiziksel şiddet çoğunlukla “gizlenerek”, “kibarlaştırılarak” ve “inceltilerek” toplumsal yaşam biçimlerine çok iyi bir eğlence aracı olarak sokulmaktadır. Farkına varılmadan ve düşünmeden algılanılan kareler –ki genellikle bu karelerde şiddet ödüllendirilmekte, çekici gösterilmekte, eleştirilmemekte, şiddet kurbanını incitmeyi ve aşağılamayı normal bir eylemmiş gibi göstermektedir – bireyler üzerinde olumsuz etkiler bırakmaktadır.

Freud, şiddet eğilimini insandaki yıkıcı içgüdüye dayandırsa da, yaşanan şiddeti tek bir nedenle açıklayamamaktayız. Buna rağmen insanın saldırgan doğasının yıkıcılığının toplumdan ve çevreden kaynaklanan nedenlerinin uysallaştırılarak önlenmesi mümkündür. Günümüz (post)modern dünyasında çocuklarımız nerede ise kundaklandıkları andan itibaren – daha birçok akrabası ile tanışmadan- televizyonun “büyülü” ortamı ile tanışıp samimi olmaktadır. Çocuklarımızı emanet ettiğimiz bu “büyülü” ortamda; insanların ızdırapları, acıları, yaşadıkları felaketler, ölüm anları ve benzeri duygu sömürüsüne yol açan, korku yaratan ve izleyicileri dehşete düşüren görüntüler, çocuklarımızın boş levha halindeki zihinlerine kazınmaktadır. Ve bu ortam, günde en az 1–2 saatinin şiddetin çeşitli boyutları ile “şenlendirilmekte”dir. Tüm bu olumsuzlukları göz önüne getirdiğimizde, “uysallaştırma”nın en başta – kapitalizmin içine düştüğü iflas çukurundan kurtulmayı sadece şiddet aracılığıyla ilişki kurarak gerçekleştiren – medya üzerinde yapılmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır.

İyi para kazandıran, bir nesne ya da kişiye doğru yönlendirilen, yönlendirildiği kişiyi tahrik eden, yıpratan şiddet içerikli yayınlara; insanları birer “arzu nesnesi” ve “arzu makinesi” yapan farklı bir “sömürü aracı olan reklâmları da eklemek gerekmektedir. Çocukların “çocuklukları” nedeniyle büyük ticari potansiyel güce sahiptir. Bu gücün reklâmlar aracılığıyla sömürülmesi; toplumsal gelir adaletsizliği ve yaşanan geniş çaplı yoksulluk ve yoksunlukla birleşerek “tüketememe” yönünde hem maddi, hem cismani hem de ruhsal şiddeti ortaya çıkarmaktadır. Reklâmlar, çoğunlukla tekrar eden bir yapıda olan ruhsal şiddeti ortaya çıkarmaktadır. Tek başına önemsiz de olsa, “nesneleşen” tüketme arzusunun “tüketememekten” kaynaklanan engellenmesi ile oluşan daha az hoşgörülük, daha tahammülsüzlük ve doyumsuzluk yinelendikçe etkisi artarak daha ciddi bir duruma gelmektedir.

Çocuklar, eğlendirici bir “şey” olarak gördükleri televizyonu, dünyayı ve çevrelerini anlamak ve tanımak için izlemektedirler. Fakat zihinsel süreçlerindeki özellikler nedeni ile “kurmaca” ve “gerçek” arasındaki farkı kolaylıkla algılayamazlar. Medya, ilgi çeken kişi veya yarattığı “sanal kahramanlar” aracılığı ile şiddeti bir “arzu nesnesi” haline getirerek çocuk ve gençlerin duygusal, ahlaki ve sosyal gelişmelerini olumsuz yönde etkilemektedir. Şiddeti “sorun çözme aracı” haline getirerek, şiddetin normal bir “şey”miş algısı oluşturularak (bilerek ya da bilmeyerek) şiddet ile eğitilen insanlar yaratılmaktadır. Toplumsallaşma sürecinde gerek taklit ederek öğrenmenin temel olduğu çocukluk döneminde, çocuklardaki “özdeşleme” ve “benzemeye” çalışma duygusu ile gerekse yetişkinlik döneminde kitle iletişim araçlarının etkisiyle kolay öğrenilebilen saldırganlık davranışları ortaya çıkmaktadır. Bu noktada şiddetin toplum tarafından nasıl sunulduğu ve nasıl kabul gördüğü önemlidir. Şiddet içeren yayınların kâr oranlarının yüksek olması; ticari mantığın ve izlenme (reyting) kaygısının televizyonların kamuoyunu bilgilendirme ve eğitme görevlerinin önüne geçmesine yol açmaktadır. Bir yaşam biçimi olarak benimsenen şiddet bu yolla bir sorun olarak görülmeyerek, “sorun çözmenin bir aracı” olarak onay görür hale getirilmektedir.

Yapısallaşarak gittikçe artan ve toplumsal “cinnet” haline gelen şiddetin sona erdirilmesi için otoriter ya da geleneksel aile, cemaat ve devlet yapılarının dönüştürülmesi olmazsa olmazlar arasında yer almaktadır. Sosyal davranışları yönlendiren “maçoluk” kültürü ve “vatanseverlik” olarak sunumu yapılan aşırı milliyetçilik gibi yerleşik değerlerin, yumuşatılarak toplumsal barış ve adaleti sağlayacak tarzda toplum yaşamına uyumunun gerçekleştirilmesi gerekir. Özellikle görsel medyamızın yapacağı yayın ve sunumlarda temel değerlerin uzlaşmacı ve barışçı olmasına özen gösterilerek adaletin toplum için önemli olduğuna vurgu yapılmalıdır. Toplum, en küçük yapı taşı olan aileden devlete kadar demokratikleştirilerek ve hukukun üstünlüğüne göre düzenlenmesi sağlanarak kapitalist sistemin yol açtığı yıkım giderilmeye çalışılmalıdır.

Yararlanılan Kaynaklar

AKKAYA, Yüksel (2002), “Göç, Yoksulluk ve Kentsel Şiddet”, Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, TODAİ, s.203–215

ARCHER, Dane- GARTNER, Rosemary (1996), “Barış Dönemi Kayıpları: Savaşa Katılmayanların Şiddet İçeren Davranışlarında Savaşın Etkisi”, Cogito. Sayı 6–7. Kış-Bahar. s.237–251

ARENDT, Hannah (1996), “Şiddet Üzerine”, Cogito. Sayı 6-7. Kış-Bahar. s.7–21

BAUMAN, Zygmunt (1995), Modernite ve Holocaust, Sarmal Yayınevi

BAYHAN, Vehbi (1997) Üniversite Gençliğinde Anomi ve Yabancılaşma, Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri

DÖNMEZER, Sulhi (1996), “Çağdaş Toplumda Şiddet ve Mafia Suçları”, Cogito. Sayı 6–7. Kış-Bahar. s.215–220.

DÜNDAR, Can (1996), “Televizyon ve Şiddet”, Cogito. Sayı 6–7. Kış-Bahar. s.385–389

EKEN, Ahmet (1996), “Bir Olgu Olarak Türkiye’de Şiddet”, Cogito. Sayı 6–7. Kış-Bahar. s.407–410.

ERGİL, Doğu (2001),”Şiddetin Kültürel Kökenleri”, Bilim ve Teknik. Sayı 399. Şubat. s.40–41.

ERMAN, Tahire (2002), “Kent Yoksulu ve Şiddet”, Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, TODAİ, s.193–202

ERTEN, Yavuz- ARDALI, Cahit (1996),”Saldırganlık Şiddet ve Terörün Psikososyal Yapıları”, Cogito. Sayı 6–7. Kış-Bahar. s.143–164.

KASKUN, Ahu- ÖZTUNÇ, Selen (Tarihsiz), “Çocuk, Televizyon ve Şiddet”, Erişim http://ilef.ankara.edu.tr/id/yazi.php?yad=799

KELEŞ Ruşen-ÜNSAL Artun (1996), “Kent ve Siyasal Şiddet”, Cogito, Sayı 6–7, Kış-Bahar. s.91–104.

LORENZ, Konrad (1996), “Saldırganlığın Spontanlığı”, Cogito. Sayı 6–7. Kış-Bahar. s.165–168.

SCOGNAMILLO, Giovanni (1996), “Şiddet, Toplum, Birey ve Kan”, Cogito, Sayı 6–7, Kış-Bahar. s.357–361

TEZCAN, Mahmut (1996), “Bir Şiddet Ortamı Olarak Okul”, Cogito, Sayı 6–7, Kış-Bahar. s.105–108

TURAM, Emir (1996), “TV’deki Şiddetin Çocuklara Etkileri Üzerine Farklı Bir Bakış”, Cogito, Sayı 6–7, Kış-Bahar. s.391–406

ÜNSAL, Artun (1996), “Genişletilmiş Bir Şiddet Tipolojisi”, Cogito. Sayı 6–7. Kış-Bahar. s.29–36.

i Engels, F. (1997), İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Ankara, s.70

ii Çok yönlü bir olgu olan şiddet, değişik açılardan ele alınabilir. Şiddeti: psikolojik, ahlaki, siyasi, ekonomik ve hukuksal yönlerden incelemek mümkündür. Dar anlamı ile şiddeti insanların malına, canına, bireysel özgürlüğüne, bedensel bütünlüğüne karşı bir tehdit oluşturan, dışarıdan yöneltilen, sert ve acı verici bir eylem olarak tanımlamak mümkündür. Sağlıksız kentleşme, enflasyon, işsizlik, ekonomik şiddet, medya terörü gibi insan üzerindeki fiziksel ve ruhsal etkileri açıkça ölçülemeyen, dolaylı ve somut bir biçimde hissedilen şiddeti geniş anlamda şiddet olarak tanımlayabiliriz.

iii Marx, kapitalist toplumda değişim değerinin kullanım değeri üzerindeki egemenliğini ve parasal ilişkilerin yüceltilmesi yoluyla insani ilişkilerin ve kullanımdan doğan yararın yok olması olgusunu “meta fetişizmi” olarak nitelendirmektedir.

Küresel Saldırı Karşısında Ulusal Devlet ve Sendikalar

İçinde yaşadığımız zaman diliminde hiçbir toplumsal sorun düşünülemez ki kendisini giderek yoğun bir biçimde çerçeveleyen küreselleşme olgusundan bağımsız bir biçimde ele alınıp incelenebilsin. Ancak, küreselleşme günümüzün bir gerçekliği olmakla birlikte, onun insanlık tarihinin daha önceki dönemlerinde de ortaya atılmış bir özlem, hatta bir gerçeklik olduğunu söyleyebiliriz.

Bir bakıma, bütün dinler, insanlığın ve yeryüzünün sorunlarına mevcut siyasal sınırları tanımayan bir bütünlük içinde çözüm aradıkları için -paradoksal olarak gerçekte bazı derin ayrılıkların nedeni olmalarına karşın- bir tür küreselleşme öğretisini yaymaya çalışmışlardır.

BAĞIMSIZLIK ve KÜRESELLEŞME

(Korkut Boratav ve Sedat Işık’la söyleşi)

Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı : 65    Yıl : Kasım Aralık 2002

Yeni dünya düzeni veya daha yaygın kullanımıyla ‘küreselleşme’ terimi günümüzde çok sık kullanılan bir kavram oldu. Ancak kavramı kullananların kavramdan aynı şeyi anladıkları kesin değil. Kavramdan kimin ne anladığı gözleri bağlı birinin bir fili hortumundan tutarak onu tanımlama çabasına benzetilebilir. Küreselleşme, ekonomik ve sosyal anlamda ulus devletlerin refah seviyelerinde bir artışa mı yoksa gelir dağılımının gelişmiş ülkeler yararına bozulmasına mı neden olmakta? Küreselleşme, tüm toplumsal katmanların bilgiye ve teknolojiye ulaştığı küresel demokratik bir köyün mü yoksa George Orwell’in ‘1984’ isimli kitabında dünyaya hükmeden o ‘büyük birader’in yaratıcısı mı? Aynı kavramdan bu şekilde farklı sonuçlara ulaşma çabası daha da sürdürülebilir. Bunun arkasında büyük ölçüde küreselleşmenin beraberinde getirdiği ekonomik ve sosyal değişimin toplumsal katmanları farklı düzeylerde etkilemesi yatmaktadır. Günümüzde bu etkinin çeşitli yapısal uyum programlarıyla yeni dünya düzenine dahil olmaları istenen gelişmekte olan ülkeler üzerinde derinden hissedildiği de bir gerçek. Ulusal olan her şeyin olumsuzlandığı günümüzde bir kavram var ki hala önemini korumaya devam ediyor. Bu, günümüzde gelişmekte olan ülkelerin birçoğundan terk etmesi istenen ulusal bağımsızlık konusudur. İşte küreselleşme ve bağımsızlık gibi önemli bir konuyu düşünce atölyesinde iki değerli bilim insanın katılımıyla tartıştık. Prof. Dr. Korkut Boratav ve Prof. Dr Sedat Işık düşünce atölyesinde konunun önemli yanlarına ışık tuttu. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden söyleşiye katılan Prof. Dr. Sedat Işık konuşmasına gelişmekte olan ulusların tarihte görülmemiş bir ikilem içinde bırakıldıklarını belirterek başladı. Buna göre gelişmekte olan ülkeler ya ulusal egemenliklerinden büyük ölçüde fedakarlık yapmak ya da ulusal egemenliklerini etkin bir biçimde kullanmak durumunda kalmaktadırlar. Prof. Sedat Işık bu konuda şu ifadede bulundu:

“Hiçbir dünya ulusu egemenliklerinden vazgeçmek ya da onu kullanmak ikilemi içinde değildirler. Tek seçenekleri vardır. O da egemenliklerine bütünüyle sahip çıkmaktır.”

KAVRAMSALLAŞTIRMA FURYASI

Değişen bir zaman diliminde yaşadığımız hep söylenegelir. Öyle ki, son yirmi yıldaki çok çeşitli gelişmeleri şöyle bir düşünecek olursak: Teknolojik gelişmeler, Sovyet Sistemi’nin çöküşü, neoliberal iktisat politikaları vs. Küreselleşme konusunda düşüneceğimiz “değişme” lerin hemen hepsi somut toplumsal ve siyasal mücadele konusudur, bu yüzden de kimileri bunun bir fırsat, kimileri de bir tehdit olduğunu anlatıp durur.

Sosyal bilimlerdeki akademik tartışmalarda, makalelerde, tezlerde, genelde, “küreselleşme süreci ile…” başlayan cümleler sıkça karşılaştığımız bir girizgah tarzıdır. Buradaki temel ve yaşamsal bakış açısı, incelenen konunun küreselleşme ile ilgili boyutunun atlanılmaması odaklıdır. Buna göre, “resim büyüktür”, bu büyük resmin içinde hangi konu ele alınırsa alınsın onun küreselleşme ile bağlantısı kurularak incelenmelidir.

YOKSUL KİMDİR, YOKSULLUK NASIL ÖLÇÜLÜR?

“insanlar ne başkalarını satın alacak kadar zengin, ne Kendilerini satacak kadar yoksul olmamalıdır. Servetler arasındaki büyük eşitsizlikler; Hazineleri, sahiplerinin ellerinden alarak değil; hazine kurmanın yollarını ortadan kaldırarak; Yoksulluğu yoksullar için bakımevleri kurarak değil yoksulluğu ortadan kaldırarak önlemek en temel yönetim sorunlarından biridir”
J. J. Rousseau

En zengin dönemini yaşadığı iddia edilen küresel dünyamızda, küreselleşmenin yarattığı gelir dağılımı dengesizlikleri ve uluslararası gelir uçurumları gibi zararlarının herkese mal edilerek toplumlarda yayılması ile birlikte, gerek ekonomik olarak gelişmiş gerekse gelişmekte olan ülkelerde kitleselleşmiştir. Yoksulluk çeşitli düzlemlerde ve farklı akademik disiplinler arasında büyük ilgi görmektedir. Yoksulluğun hem ekonomik olarak gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde – aynı derece olmasa da- görülmesi, sorunun aynı nedenlerden kaynaklandığını ve giderek yapısal bir olgu olarak süre gideceğini göstermektedir. Bu nedenlerin en başında, Keynes’in “… yaşamın amacı, en yüksek dalların ucundaki filizleri yemektir. Bunu başarmanın en muhtemel yolu ise uzun bacaklı zürafaların kısa bacaklıları açlığa mahkûm etmesine seyirci kalmaktır.”1 eleştirisinde de belirginleşen gerek bireyler gerekse ülkeler arasında görülen gelir dağılımı bozukluğu –gelir eşitsizliği – bulunmaktadır.

Küreselleşmenin Odağındaki İnsan Modeli : “Kurda Emanet Edilen Kuzu”

Arslanlarla ilgili bir belgeselde, bir gergedanı avlamaya çalışan birkaç arslan için “bu arslanların gözleri midelerinden daha aç” şeklinde bir ifade kullanılıyordu. Çünkü gergedan onların karınlarını doyurmak için gerekenden çok daha büyük bir avdı. Neo-liberal ideolojinin piyasa politikaları, küreselleşme donunda, gergedanı avlamaya çalışan arslan misali, büyük bir açgözlülükle avının peşindedir.

Polanyi (1957: 3), kendi kurallarına göre işleyen piyasa fikrinin düpedüz bir ütopya olduğunu yazmaktadır. O’na göre bu kurum, toplumun insani ve doğal özünü yok etmeden uzun süre yaşayamaz, insana fiziksel olarak zarar verir, çevresini de çöle çevirir. Polanyi, böylesine insani olmayan bir ortamın yaratılabileceğine insan olanlar tarafından izin verilmeyeceğini düşünmüş ve bu nedenle bunu bir ütopya olarak görmüş olmalıdır. Görünen o ki; Polanyi’nin bir ütopya olarak görüp, öte yandan kaygılanmaktan da kendini alamadığı, kendi kurallarını kendi belirleyen piyasa fikri uygulamaya geçirilmiştir. Munck (2002: 16), küreselleşmeyi yirmibirinci yüzyıla girerken kapitalizmin mucizevi bir ilerlemesiyle birlikte, dünya çapında sıradan insanların hayatlarında meydana gelen büyük bir sarsıntı olarak ifade etmektedir.

TOPLUMSAL SORUMLULUĞA KARŞI BİREYSELLEŞME BİR SEÇİM Mİ?

Küreselleşme ile birlikte toplumsal sorumluluğun giderek azalarak, bireysel değerlerin ön plana çıktığı herkes tarafından kabul görmektedir. Yaşadığımız ortamdaki deneyimlerimiz, her zamankinden fazla dayanışma ve birlikte hareket etmeyi gerektirmesine karşın, yaşam şartlarının ağır yükü karşısında herkes kendi içerisine kapanarak, “herkesin derdi kendine” sözünde somutlaşan söylem içerisinde kendi yükünü kaldırmaya çalışmaktadır. Yaşanan sorunlara karşı, duyarlılık gösterip bu sorunları birlikte çözme anlayışı, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” deyişinde olduğu gibi çözülerek, yerini rekabet ve bireysel kurtuluş çözümlerine bırakmaktadır. Aslında hepimiz o yılanla birebir karşılaşmasak bile ki bu karşılaşmayacağımız anlamına da gelmemektedir, etkisini hissetmekte ama bunun çözümüne karşı kendimizi sorumlu tutmamaktayız. Ne olmuştur da toplum ile birey arasındaki etkileşim bu denli zayıflamıştır?

TEMEL EĞİTİM PARALI MI? PARASIZ MI?

2006 KÜRESEL EĞİTİM HAKKI RAPORUNA BAKIŞ:*

Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı : 89 Yıl : Kasım Aralık 2006

1921 yılında Uluslararası Çalışma Örgütü’nce (ILO) okuldan ayrılma yaşının en düşük 14 yaş olarak kabul edilmesinin ardından, gelişmiş ülkelerde uzun zamandır doğuştan kazanılmış bir hak olarak kabul gören ücretsiz ve zorunlu temel eğitim, uluslararası toplum tarafından da kabul edilerek özellikle çocuk işçiliğinin önlenmesi konusunda önemli kazanımlar yaşanması sağlanmıştır (1).

Ücretsiz ve zorunlu temel eğitim hakkı küresel ölçekte ilk olarak 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (IHRL)’nde doğuştan kazanılmış bir hak olarak kabul edilmiş, daha sonra birçok diğer uluslararası kuruluş ve belgede tekrarlanmıştır. Bu belgeler UNESCO Eğitimde Ayrımcılığa Karşı Sözleşme (1990); Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi (1966); Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi San Salvador Protokolü (1988); Çocuk Hakları Sözleşmesi (1989); Afrikalı Çocukların Hakları ve Refahı Beyannamesi (1990) ve Avrupa Sosyal Şartı (gözden geçirilmiş, 1996)’dır. Ancak bugün tersine uygulamalarla bu hak ihlal edilmektedir. Çünkü çok farklı küresel aktörlerce belirlenen küresel eğitim stratejileri ve taahhütleri ya bu hakkı benimsemeyerek ücretli eğitime kapı aralamakta yada doğrudan ücretli eğitim taraftarlığı yapmaktadır. Örneğin 1990-2005 tarihleri arasında eğitim alanındaki küresel politik taahhütlerin hiç biri ücretsiz ve zorunlu temel eğitimi bir hak olarak tanımamaktadırlar. Bu taahhütler Herkes İçin Eğitim Jomtien Konferansı (1990), Dakar Dünya Eğitim Forumu (2000) ve Birleşmiş Milletler Bin Yıl Gelişme Hedefleri (UN MDGs)’dir. Bu durum küresel ölçekte doğuştan kazanılmış bir hak olarak kabul edilen ve birçok ülkede anayasal ve yasal düzenlemelerle güvence altına alınan ücretsiz ve zorunlu temel eğitimin ücretli hale dönüşmesine ve özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde eğitimde fırsat eşitliğinin bozularak birçok çocuğun temel eğitime ulaşamamasına neden olmaktadır.

Küreselleşmenin Yakıtı : Beyin Göçü

Çalışma Ortamı Dergisi, Sayı : 81    Yıl : Temmuz Ağustos 2005

1850’lerden beri işçilerin düşü, tüm dünyayı kapsayan ve işçi sınıfının egemen olacağı bir evrensel düzen kurmaktı; bu davanın adına “enternasyonalizm” demişlerdi. 1917’den sonra Sovyetler Birliği’nin, daha sonra Çin ve doğu Avrupa ülkelerinin sisteme katılması bu umudu arttırmıştı. Ama 1980’lerden sonra sosyalist sistemler çökünce, bu düş de gündemden çıktı.

Enternasyonalizm gündemden çıkınca globalizasyona gündoğdu. Artık kapitalizm dünyanın her köşesine hiç bir engelle karşılaşmadan egemenliğini yayılabilirdi: O, şimdi bir dünya sistemi. İşte globalizasyon (ya da küreselleşme) bu yayılmanın ve egemenliğini pekiştirmenin adı.

Cinselliğin Ticarileşmesi: Küresel Sömürünün Yeni Boyutu

21. yüzyılla birlikte insanoğlu, küreselleşme olarak da adlandırılan süreçle birlikte sosyal ilişkilerin; ekonomik, politik, kültürel ve ideolojik (zaman- uzamsal) boyutunda tahmin edemeyeceği büyük değişimlerle karşı karşıya kaldı. Sosyal ilişkiler arasındaki bu hızlı değişim, devletin gerek yerel gerekse küresel olarak ekonomide aktör olarak oynadığı birincil rolün etkinliğinin azalttı. Piyasanın küresel güçler tarafından yeniden yapılandırılması; tüketimin ve yaşam tarzı düşüncesinin toplumla bütünleşmenin yolu olarak kullanılmasına yol açtı. Bu noktadan baktığımızda, üretim sürecinin sadece meta üretimi ile ilişkili bir süreç olmaktan daha çok, sürekli olarak yeni tüketici ihtiyaçları yaratmayı sağlaması gerekmektedir. Üretim; şeylerin, biçimlerin ve tüketim ihtiyacının küreselleştirilmesi anlamına gelmektedir. Tüketim; yeni üretim süreci için ihtiyaç yaratarak, piyasanın küreselleşmesine ve tüketici davranışlarının değişmesine aracılık etmektedir. Piyasa, temel işlevini, çeşitli ürünleri ve tüketim mallarını tüketiciler için uygun hale getirecek stratejileri ortaya koyarak göstermektedir. Yaşadığımız tüketim toplumunda; bireyciliğin öncelikli olması ve bireylerin sınırsız tüketim peşinde koşarak haz alma ve aldıkları hazzı süreklileştirme istekleri; piyasanın, cinsel hizmetleri de kapsayan servislerin satımını, yaygınlaştırılmasını, çeşitlendirilmesini ve sermayenin isteklerine göre uygun hale getirmesini kolaylaştırmaktadır. Seks sektörü, – piyasanın çeşitli sosyal sınıfları ve farklı tercihleri hedefleyen ürün çeşitliliğinin varlığı ile birlikte müşterilerinin değişen dünyevi zevklerine uygun çözümleri ürettiği sürece; küreselleşen dünyamızda, küresel sermayenin krize girmemek ve girdiği krizi aşmak için geliştirdiği önemli bir yol olarak kalmaya adaydır.

REFORM TRAJEDİSİ: Ulusal ve Toplumsal Tehdit

Türkiye bir reform trajedisi yaşıyor. Bu süreç son çeyrek yüzyıldır sürüyor. Son yıllarda ise reform, yönetim sistemini yeni bir duruma ve yeni bir biçime sokmaya çalışan yasalarda somutlanıyor. Getirilen değişiklikler, ulusal çıkarlara ve toplumun genel yararına aykırı içerikleriyle büyük bir endişe kaynağı haline gelmiş bulunuyor.

Yaşanan gerçekten de tam bir trajedidir. Trajedi, sözlüklere göre eski yunancadan ve ‘facia, ağlatı, musibet’ anlamına gelen bir sözcük. Ama bu özel tür bir faciadır. Kastedilen deprem ve sel gibi doğal afet kötülükleri değil, ‘insanların yine insanlarca sorumsuz bir şiddetle yok edilmesi’ne ilişkin kötülüklerdir. Reform da yabancı bir sözcüktür; sözlükler bunun kökünü latinceye bağlarlar. Türkçesiyle ‘düzeltim’ diye bilinen reform yoğun değer yüklü haldedir: Sözcük ‘daha iyi duruma getirmek, iyileştirmek’ diye kavranır. Sözcük takımını Yunanca ve Latinceden alıp kullandığımız Türkçeye çevirirsek, ‘reform trajedisi’nden söz etmek, ‘iyileştirme musibeti’ diye kendi içinde oldukça çelişkili bir şeyden söz etmek demektir. Ülkemiz son çeyrek yüzyıldır bir ‘iyileştirme musibeti’yle başa çıkmaya çalışmaktadır.