Türkiye bir reform trajedisi yaşıyor. Bu süreç son çeyrek yüzyıldır sürüyor. Son yıllarda ise reform, yönetim sistemini yeni bir duruma ve yeni bir biçime sokmaya çalışan yasalarda somutlanıyor. Getirilen değişiklikler, ulusal çıkarlara ve toplumun genel yararına aykırı içerikleriyle büyük bir endişe kaynağı haline gelmiş bulunuyor.
Yaşanan gerçekten de tam bir trajedidir. Trajedi, sözlüklere göre eski yunancadan ve ‘facia, ağlatı, musibet’ anlamına gelen bir sözcük. Ama bu özel tür bir faciadır. Kastedilen deprem ve sel gibi doğal afet kötülükleri değil, ‘insanların yine insanlarca sorumsuz bir şiddetle yok edilmesi’ne ilişkin kötülüklerdir. Reform da yabancı bir sözcüktür; sözlükler bunun kökünü latinceye bağlarlar. Türkçesiyle ‘düzeltim’ diye bilinen reform yoğun değer yüklü haldedir: Sözcük ‘daha iyi duruma getirmek, iyileştirmek’ diye kavranır. Sözcük takımını Yunanca ve Latinceden alıp kullandığımız Türkçeye çevirirsek, ‘reform trajedisi’nden söz etmek, ‘iyileştirme musibeti’ diye kendi içinde oldukça çelişkili bir şeyden söz etmek demektir. Ülkemiz son çeyrek yüzyıldır bir ‘iyileştirme musibeti’yle başa çıkmaya çalışmaktadır.
Reform, iyileştirme, akıl ve gönül okşayıcı yapısıyla, genel olarak peşinen kabul gören sözcüklerdendir. İyileştirmeyi kim istemez? Üstelik bu, devrimler gibi insanı şaşırtan birandalık özelliği taşımayan, pek o kadar zora başvurmayan, şiddeti daha düşük, can yakıcı keskinlikte olmayan bir biçime sahiptir. Reform sözü, akıllara bir tür ‘beyaz devrim’ getirir. Barışçıl bir iyileşmeyi kim istemez? Oysa tarihsel gerçekler reformun pek de ‘beyaz’ olmadığını gösteren çok sayıda örneğe sahiptir. Yalnızca Osmanlı modernleşme reformlarına bakmak yetebilir. Örneğin 18. yüzyılın Lale Devri Patrona Halli isyanıyla, 19. yüzyılın Nizamı Cedid reformu Kabakçı Mustafa isyanıyla, Vakayi Hayriye, sonra Tanzimatı Hayriye… isyanlar ve isyancıların ve devlet adamlarının idamlarıyla ayrılmaz bir bütün oluşturur. Daha yakın tarihlerde idari reformlar çağı ikinci dünya savaşının ateşiyle başlamış, Türkiye’de 27 Mayıs’la açılmıştır. Yapısal reformlar ise, ancak 12 Eylül darbesiyle gerçekleştirilebilmiştir. Bu reformlar da idamlarla işaretlenmiş durumdadır. O halde neye dayanarak devrimlere ‘kırmızı’ reformlara ‘beyaz’ diyebiliriz? Öyle görünüyor ki, devlet sistemi sözkonusu olunca reformlar zor kullanma bakımından devrimlerin rengine yakın bir renge sahiptir. Reformu –iyileştirmeyi-, barışçıl gelişme olarak anlamaktan vazgeçmek ve bu sözcüğü toplumsal mücadelelerin taraflarından birinin politikası olarak anlamak gerekir.
Günümüzün reformları, dünya tekellerinin genel rotasında yürümeyi ve bunların içinde erimeyi benimsemiş yüksek sermaye gruplarının politikasıdır. Bunlar, “piyasa ekonomisi” adını verdikleri iktisadi düzene iman etmekte; bu düzenin emirlerini uygulamaya koymak için dernekler, vakıflar, meslek odaları, sendikalar ve bazı siyasal partiler eliyle politikalarını uygulamaya koymaya uğraşmaktadırlar.
Reform adını verdikleri bu politikayla, Türkiye’yi “piyasa ekonomisi düzeni içinde dünya ile bütünleştirme” amacına hizmet ettiklerini ilan etmektedirler. Bu doğrultuda devletin elindeki fabrika ve işletmelerin özelleştirilmesini ve “piyasaya devri”ni gündeme getirmişler, son yirmibeş yılda kamu işletmelerinin büyük bölümünü kamu kesiminin mal varlığından çıkarmışlardır.
Aynı süreçte, o güne kadar yalnızca devlet tarafından yapılabilen radyo-televizyon hizmetini, posta-telefon iletişimini, gübre ticaretini, tohumculuğu, eğitim-öğretim hizmetlerini, vb…özel sektör de yapabilir hale getirmek için uğraşmışlardır. Nitekim pekçok alanda özel sektör de iş görmeye başlamıştır. Eldeki malvarlıkların piyasa aktörlerine satışı –özelleştirme- ve devletin tekelinde tutulan işlerin aynı aktörlerin etkinlik göstermelerine açılışı –deregülasyon-.
Bu iki politika sonunda ortaya çıkan manzara şudur: Radyo-televizyon dünyası tek sesli olmaktan çıkmıştır; çoğulculuk gelmiştir; günümüzde ülkenin radyo-televizyon kanalları içinde yönlendirici iktidar CNN, Murdoch, SKY … gibi yabancı tekellerin ve DoğanMedya gibi yerli tekellerin elindedir. Çoğulcu iletişim, devlet tekeline son verip yerine dünya tekelci sermayesini ve bununla işbirliği içindeki yerli tekelci sermayeyi yerleştirmiştir. İletişim alanındaki devlet tekeli sona ermiş; hizmet çoğulculaşmış; alan birkaç dünya tekelinin eline geçmiştir. Bankacılıkta devlet varlığı sona erdirilmiş, ülkenin hem kamu hem özel bankaları dünya tekellerinin yönetimine geçmeye başlamıştır. Devlet tekeline son verilmesini ve kendilerine iş fırsatı sağlanmasını isteyen yerli özel bankalar, devletin bankacılıktan çekilmesiyle birlikte kendilerini satmaya girişmişlerdir. 1936 yılında kurulmuş Denizbank 1999’da özelleştirmeyle Zorlu Şirketi’ne devredilmiş, Zorlu bu kurumu 2006’da DEXIA adlı bir Avrupa tekeline satmıştır. Ülkenin kamu tüzelkişiliklerini eriten reformlar, çeyrek yüzyıl içinde ülkedeki özel tüzelkişilikleri de eritmesiyle dikkati çekmektedir. Özel eğitim kurumlarıyla “dünya genelinde rekabet” edeceklerini söyleyenler, kurdukları üniversiteleri satmaya başlamışlardır. Bilgi Üniversitesi adlı odak, artık Amerikalı LAUREP adlı bir şirketindir.
Bir zamanlar çok moda olan “küresel düşün yerel davran” sloganıyla yapılmak istenen şey açığa çıkmıştır. Ulusal çıkarların korunmasının reddi! Yurttaş refahının devletin görüş alanı dışına çıkarılması. Küresel düşünülerek ulusal düşünme eritilmiş, yerel davranılarak halkın geçimi ve refahı kaygısı terkedilmiştir. Karşı karşıya kaldığımız “iyileştirme musibeti”, böylece hem ulusal hem toplumsal varlığa aynı anda ve aynı şiddette büyük bir tehdide dönüşmüştür.
İçine düştüğümüz bu büyük erimenin taşıyıcısı, Cumhuriyet boyunca ülkenin ve halkın üretimine el koymayı beceren, ama kendi ayakları üstünde duran bir sanayi yaratma bakımından tam bir beceriksizlik sergileyen “yüksek özel sektör” olmuştur. Bu zorba mirasyedi, şimdiye kadar elde ettiği kolay zenginliği, bu kez yabancılara “dünyayla bütünleşme” adına pazarlayarak çoğaltma gayretindedir. Türkiye, işte bu hovarda egemen sınıfın reformlarıyla sarsılmaktadır. Ülke, hem ulusal çıkarları hem de toplumsal varlığıyla, bu tür bir “reform musibetiyle” başetmeye çalışmaktadır.
Sorunların çözümünün nerede olduğu, reform trajedisinin içeriği ve boyutları ne kadar açıksa o kadar açıktır. Yaşanan süreç, piyasa ekonomisi temelinde dünyaya açılma bir illüzyondur. Bu temelde Türkiye durduğu yerde dünyaya açılandır; Türkiye’ye doğru açılan ise dünya tekelleridir. Yerli tekellerin doğrudan işbirliğiyle gerçekleşen bu açılma, Türkiye’nin sömürgeleştirilmesinden başka birşey değildir. Bu durum ne kadar açıksa, çözüm de o kadar açıktır.
Reform trajedisiyle başa çıkmanın ve sorunların altından kalkmanın yolu, Türkiye’nin tam bağımsızlığını sağlamayı hedefleyen yeni reformlar atılımından geçer. Bu atılımla beceriksiz ve mirasyedi yüksek özel “sektör” disiplin altına alınarak, Türkiye’nin değerleri ulusal ve toplumsal çıkar temelinde yeniden inşa edilmelidir.
Birgül A. Gürel: Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi. Bu yazı, Fişek Vakfı’nda 18 Ocak 2007 günü yapılan konuşmanın kısa metnidir.