Yoksulluk ve fakirliğin tarihi, insanlık tarihi kadar eski olsa gerek. Çünkü topluluk halinde yaşadığı bilinen ilk insanlar arasında bile temel gereksinmelerini karşılamak konusunda daha şanslı olanlar ve daha zor durumda olanlar hep var olmuştur. Ancak fakirlik ve yoksulluk gibi kavramlar, özellikle sanayi devrimiyle birlikte, toplumda sınıflar arası servet, gelir dağılımı ve yaşam koşulları açısından büyük uçurumlar oluştuktan sonra dikkat çekmeye başlamıştır. İster siyasal ister sosyal ister iktisadi, ne nedenle olursa olsun, yığınlarla insanın çok zor koşullar altında yaşaması ve sefalete mahkum olması, diğer taraftaysa sayıca küçük bir azınlığı oluşturan grubun büyük bir zenginlik ve refah içinde yaşıyor olması, doğal olarak tepkilere neden olmuştur. Ve bu, özellikle batı Avrupa ülkelerinde örgütlü hareketlerin başlamasını tetiklemiştir. Birçok karşı koymaya, sınıfsal ve ideolojik mücadeleye karşın, liberal ekonomik sistem 19 ve 20’nci yüzyıllar boyunca bir taraftan büyük bir zenginlik ve refah yaratırken diğer taraftan da milyonlarca insanı açlık ve sefalete itmiştir. Bu gelişmeler farklı ülkelerde farklı şekillerde kendini göstermiş ve genel olarak sosyal, siyasal ve iktisadi haklardan ve varlıklardan yoksun olan insanlar, sosyal devlet kavramı ve uygulama alanı genişledikçe daha büyük bir ilginin odağı haline gelmişlerdir.
I- Sosyal Dışlanma Kavramının Tarihsel Süreç İçinde Gelişimi
Sosyal dışlanma kavramı ilk kez Fransa’da 1970’li yıllarda kullanılmaya başlamıştır. Toplumda yoksulların dışında, suçlular, madde bağımlıları, farklı etnik kökenden gelenler, uyum sorunu çekenler ve sosyal koruma kapsamı dışında kalanların da büyük sorunlar içinde bulunduğu ve bunların toplumca dışlandıkları belirtilmiştir. Fakir olmanın toplum ile ilgili bütün sorunları ortaya koyma konusunda yeterli olmadığı düşüncesi ve refah devleti kavramının giderek aşınması, dışlanma ve buna karşı alınması gereken önlemler açısından politikacıları daha aktif olmaya itmiştir. Fransa’da yoksulluk kavramı hıristiyan hayırseverlik, klasik rejim ve faydacı liberal görüşleri çağrıştırdığı için fazla itibar görmemiştir.
Avrupa Birliği’nde ise, özellikle 1990’lı yılların başında, özellikle işsizlik oranının artmasıyla sosyal sorunların çoğalması sonuncunda sosyal dışlanma kavramı tartışılmaya başlanmış ve gündemdeki yerini almıştır. Bu kavrama gösterilen ilginin nedeni, sosyal açıdan dışlanmış insanların artıyor olmasının, gelecekte Avrupa’daki siyasal, sosyal ve iktisadi birleşmeyi tehlikeye atacağının düşünülmesinden kaynaklanmıştır. Yoksulluğun toplumsal sorunları anlatmak konusunda dar bir çerçeve çiziyor olması ve sorunların bunun ötesinde daha derin boyutlarının bulunması sosyal dışlanma kavramının yoğun olarak kullanılmasını sağlamıştır. Fransız ekolündeki daha çok sosyal ve kültürel dışlanma ile Anglo-Saxon gelir eşitsizliği ve maddi dışlanma kavramlarının birleştirilmesi Avrupa Birliği sentezini oluşturmuştur. Bunun ötesinde Maastricht ve Amsterdam Antlaşmalarında da sosyal dışlanma ve bununla mücadele konusunda taahhütlerde bulunulmuş ve bu kavramla birlikte küskünlük, umutsuzluk, şiddet, uyuşturucu, ırkçılık, içe dönüklük, sosyal aşırılık konuları da tartışılmıştır.
İngiltere’de 1997 yılında İşçi Partisi bir sosyal dışlanma birimi kurmuştur. Evsizler, yoksullar, ergenlikte hamilelik, okulu terk etme ve değişik konular üstünde durulmuştur. İngiltere’nin yaklaşımında Amerikan etkisi ve liberal bireyselciliğin ön planda olduğu görülür. Sanayi devrimini gerçekleştirmiş ilk ülke olarak İngiltere yoksulluk açısından büyük sıkıntılar çekmiştir. Bunun yarattığı sosyal sorunlar her zaman ilgi konusu olmuştur. Açlık ve sefalet içinde yaşayan insan sayısının artması, toplumsal uyumun sürdürülebilirliğini tehlikeye sokmuş ve bu nedenle bir uzlaşma yaratmak için devlet müdahalesi ve sosyal politika araçlarının geliştirilmesi gerekli olmuştur.
A.B.D.’de ise bilindiği gibi liberal ekonomik düzenin bütün kuralları benimsenmiş ve serbest rekabet piyasaları altında, karlarını ve faydalarını maksimize ederken, masraflarını minimize eden bireyler ve şirketler sayesinde kaynakların adil bir şekilde dağıtılacağı ve bunun için de devletin doğrudan müdahalesinin gerekmediği düşünülmüştür. Bu görüşe göre, “Toplumdaki, eğer varsa, fakirliğin nedeni, iktisadi açıdan yapısal bir sorun değil, bireyin kendi davranışlarıdır.” Bunun için Amerika’da bu konular daha farklı boyutta düşünülmüştür. İlk olarak 1963 yılında Myrdall artan işsizlik ve sanayileşmenin azalması üzerine konuya eğilmiş ve istihdamın azalmasını uygulanan iktisadi politikalara bağlamış ve bunun insanların çalışmayı istememek gibi bireysel bir tercihinden ötürü olamayacağının altını çizmiştir.
Dışlanma yerine kullanılan terim, ‘sınıf altı’ (underclass) kavramıdır. Bu da daha çok formel ekonomik sistemin dışında kalma, fırsatlardan yararlanamama ve buna bağlı davranış bozuklukları ve tecrit olma kavramlarını çağrıştırmaktadır. Burada sınıf altı grubun, gelir açısından yoksul olanlardan farklı bir sınıf teşkil ettiği düşünülür . Yasa dışı işlerle uğraşanlar, uyuşturucu kullananlar, evlilik dışı çocuk sahibi olanlar, çalışmayanlar, başarısız olanlar bu grubun içinde düşünülür. Burada sınıf altı grupların ortaya çıkmasını açıklayan iki farklı yaklaşım vardır. Bunlardan birincisi, bunun kişisel özelliklerden kaynaklandığını ve birey kendi istediği için bu gruba dahil olduğunu söyler. İkincisi ise, yapısal değişikliklerin toplumda böyle bir sınıfın oluşmasında etkili olduğunun üstünde durur. Irksal ayrımcılık, düşük ücret politikaları, çocuklar için yetersiz bakım olanakları ve yüksek ulaşım maliyetleri istihdama katılan insan sayısını azaltmıştır. Daha çok zenciler ve göçmenler bu kapsamda sınıf altı olarak düşünülmüştür.
Gelişmekte olan ülkelerde ise çok daha farklı kriterler dışlanma olarak düşünülebilir. Kadının toplumdaki yeri, sağlık , konut, temel eğitim, temiz su bulabilme gibi kavramların önemli bir yer tuttuğu görülür. Bunun içindir ki dışlanma kavramı zaman ve mekan baz alındığında toplumdan topluma farklı tanımlanmıştır.
Uluslar arası Çalışma Örgütü gelişmekte olan ülkelerde sosyal dışlanmanın iki boyutlu olduğunu söylemiştir. İlki bireysel boyuttur. Bu sadece yoksul olmayla ilgili değildir. Sosyal olarak yalıtılmış olmak, yasal haklara sahip olmayı ve bunları kullanabilme özgürlüğünü engelliyor olabilir. İkinci boyut ise Toplumsal olandır. Mal edinebilmek ve hizmetlere ulaşmak eğer kurallar adil değilse, ayrımcılık ve eşitsizlikler yaygın ise mümkün olamayabilir.
Ancak kabul etmek gerekir ki, her ne kadar yukarıdaki anlatım biçimleri sosyal dışlanmayı değişik yönlerden ele alarak genellemiş olsalar bile sosyal dışlanmayı her yönüyle anlatan tek bir tanım üstünde mutabakata varmak mümkün olmamıştır. Çünkü işsizliğin, yoksulluğun ve yoksunluğun var olduğu toplumlarda tarihi perspektif de göz ününde bulundurulduğunda bütün bu grupların dışlanmış olduğunu söylemek doğru olmaz.
II- Dışlanmaya farklı yaklaşımlar ve unsurlar
Sosyal dışlanmanın çok boyutlu bir yoksunluk süreci olarak düşünülmesi sosyal, siyasal ve kültürel unsurların da bu sürece dahil edilmesini gerektirir. Örneğin A.B.’nde bu süreci oluşturan etmenler olarak şunlar düşünülmüştür; gelir-vergi ve sosyal koruma yoksunluğu, tüketim ve borçlanma, eğitime erişim, işsizlik, çalışma koşulları, barınma evsizlik, sağlık sosyal hizmetlerden yararlanma. Bu kriterler bağlamında işgücü piyasasından, iktisadi faaliyetlerden, kültürel alandan ve refah kurumlarına ulaşabilme özgürlüğünden dışlanmanın söz konusu olabileceği ve bu alanlardan birinden dışlanmış olmanın diğer yönlerden de dışlanmış olmayı gerektirmediği belirtilmiştir. Dışlanmanın bir süreç olması ve kendini dışlanmış hisseden insanların gelecekte de bu durumlarının devam edeceği yönündeki düşüncelerinin de kuvvetli olması bu sürecin dinamik olduğunu gösterir denmiştir.
Bir başka kuramsal yaklaşım da(dayanışmacı), toplumsal bağların kopması üzerinde durmuştur. Durkheim sosyolojisinden faydalanarak dayanışmanın mekanik ve organik türlerinden bahsedilmiş ve mekanik dayanışma daha çok kolektif, ilkel, sempatiye bağlı dayanışmayı temsil ederken burada dayanışma daha çok ailevi, etnik, dinsel, mezhepsel ve ulusaldır. Organik Dayanışma ise toplumda farklılaşma, uzmanlaşma, birbirini tamamlama ve uyum açısından bir dayanışmayı anlatır. Burada tehlike ‘biz’ düşüncesinin kırılması yani anomi ile karşı karşıya kalmadır. Bu bağlamda pasif güven, hukukun üstünlüğü ve yurttaşların koyulmuş olan kurallara riayet edeceğine dair devletin verdiği güvenceye dayalıdır. Oysa aktif güven etnik, dini ve sosyolojik güvendir. Hayatın zorluklarına karşı aile, arkadaşlar ve dostlar yardımıyla göğüs germe söz konusudur. Bu açıdan aktif güven ve organik dayanışma modern olsa da herhangi bir nedenle toplumun dışına itilme riski ile karşı karşıya kalan insanlar aslında pasif güvenin egemen olduğu bir ortamda zorluklara karşı daha kolay göğüs gerebilmekte ve ihtiyacı olan maddi ve manevi desteği bulabilmektedir.
Yurttaşlık haklarından yoksun olma konusu da bazı bilim adamlarınca dışlanmanın önemli unsurlarından biri olarak kabul edilir. Yurttaşlık hakları, ekonomik ve sosyal fırsatlardan yararlanmayı sağlar. Burada eksik yurttaşlık kavramı üzerinde durulur. Yurttaşlık herkese eşit olarak verilmiş olan bir statü olmalıdır. Eğer toplumda bu hakların birileri tarafından bağışlanmış olduğuna dair inanç kuvvetli ise o zaman bu haklar yalnızca kanunen var olmakla birlikte yeteri kadar kullanılamazlar. Kazanılmış olan hakların talep edilmesi için yurttaşlık bilincinin gelişmiş olması gerekmektedir. Marshall hakların kazanımı açısından üç aşamadan bahsetmektedir. 1- Medeni hakların kazanımı 2- Siyasi hakların kazanımı 3- Sosyal hakların kazanımı. Özgür düşünme, düşündüğünü ifade edebilme, mülk edinme sözleşme yapma, siyasal karar alma sürecine katılma hakkı olmadan eğitim, sağlık, konut, sosyal hizmetler gibi sosyal haklardan faydalanmanın mümkün olmadığını söyler ki bu gerçekte de böyledir. Parlamentoda temsil edilmeyen, dışlanmış ve soyutlanmış bir grup insanın durumlarını iyileştirmek konusunda ve sosyal haklar talep konusunda ellerlinde hiçbir güç yoktur. Bunların da ötesinde yurttaşlık eşitlik üzerine kurulmuş olduğundan insanların bulundukları topluma aidiyet hislerini de güçlendirir. Her ne kadar yurttaşlık haklarının var olması ve bunların toplumun bütün bireyleri tarafından kanunen kullanıyor olması bize her zaman toplumsal adaletin var olduğunu kanıtlamaz. Gelir ve servet dağılımında büyük bozukluklar olmasına rağmen fertlerin bütün bu haklara sahip olması gerçekleri değiştirmek konusunda yeterli olmayabilir.
Yeterlilikten yoksun olmak ve bunun dışlanma üzerindeki etkisi ise 1998 Nobel ödülü sahibi Amartya Sen tarafından dile getirilmiştir. Sen, temel insan gereksinmelerine erişmekte bireylerin yeteneğinden bahseder. Bu bireylerin yeterli olabilmesi için de haklara erişebilmesi ve bu hakları talep edebilmesi gerekir. Yalnız iktisadi eşitsizlik değil haklara erişebilmek konusunda eşitsizlik kavramının da önemli olduğunu söyler. Eşitliği, yeterlilik ile açıklanabilen bir özgürlük sorunu olarak ele alır. Kaynaklar özgürlük için gereklidir. Eşitsizliği azaltmak için ulusal gelirin yeniden bölüşümü yeterli değildir, yeteneklerin yeniden dağıtılması gerekir. Fakirlere para yardımı yoksulluğu ortadan kaldırmaz ve bu insanları gelecekte yoksul kalma riskinden kurtarmaz. Bunu ortadan kaldırmak için insanlar haklara, kaynaklara ve fırsatlara erişim açısından yeterli kılınmalıdır. Refah devletinin çökmesi durumunda yetenekleri olmayan insanlar yeterlilikten yoksun hale gelir ki bu da sosyal dışlanma sürecine büyük ölçüde ışık tutar.
Sosyal dışlanmanın kavramsal olarak tanımlanmasının zor olması ve bakılan açıya göre farklı kalıplara sokulması bazı bilim adamları tarafından bu sürecin çeşitli politik, sosyolojik ve ideolojik ayrımlar vasıtasıyla üç paradigma şeklinde ifade edilmesine neden olmuştur. Bu daha çok Amerika, Avrupa Birliği ve İngiltere’de var olan yaklaşımlar arasındaki farkı kategorize etmek açısından kullanılmıştır. Bu üç paradigma sırasıyla dayanışma, uzmanlaşma ve tekeldir.
III- Üç paradigma
1-Dayanışma: Durkheim ve Rousseau’da sosyal düzen; dışsal, ahlaki ve normatiftir, bireysel yada sınıfsal çıkarlara dayalı değildir. Kolektif bilinç ve ulusal bağ, bireyi topluma entegre eder. Geleneksel sosyal dışlanma, Katolik hayır severliği, liberal bireyselciliği, sosyal sınıf çatışması ve politik yurttaşlık kavramlarını sosyal entegrasyonun sağlanması için yeterli bulmaz. Jakobenci anlayışta devlet, güçlü, üniter, merkezci, eşitlikçi ve evrenseldir. Devlet, bölgesel, ulusal ve dini kültürleri ayrımcı ve tekelci bir yurttaşlık kavramı altında asimile eder. Kültürel ve politik çoğulculuğun var olduğu, farklı çıkarların sentez yapıldığı bir üniter bütünlük yoktur. Sosyal dışlanma, anomi gibi toplumu tehdit eder. Entegrasyon, Durkheimci mantık altında baskın olan kültüre asimile edilmedir. Bu yaklaşım sosyal dışlanmaya ulusal dayanışma penceresinden bakar. Fransa’da kabul gören görüş budur. Özellikle büyük şehirlerde banliyölerde yaşayan insanlar ve göçmenler bu kapsamda düşünülmüştür. Cumhuriyetçi retorikte dayanışma sosyal bağların gücüne bağlıdır ve bu bağın aşınması sosyal düzeni bozar. Devletin kural koyarak ve uygulamalar yaparak refahı arttırabileceği düşüncesi egemendir. Sosyal devlet kavramı içinde uygulamada fakirlik, uzun süreli işsizlik ve esnek üretim biçimlerinin ortaya çıkardığı dışlanmaya karşı tedbirler de vardır.
2-Uzmanlaşma: Sosyal dışlanma Anglo-Amerikan liberalist görüş çerçevesinde uzmanlaşma sonucu ortaya çıkar. İnsanlar birbirinden birçok açıdan farklıdır ve her birey sahip olduğu ve kazandığı yetenekler bakımından da çeşitlilik gösterir. Toplum içinde yardımlaşan ve rekabet eden insanlar, piyasaları ve kurumları oluştururlar. Sosyal düzen, bağımsız bireylerin çıkar ve motivasyonları doğrultusunda gönüllü olarak alış-veriş için kurdukları ağlardan ibarettir. Sosyal gruplar arasında her zaman çıkar ve isteklere bağlı olarak etkileşim vardır. Dışlanma sosyal alanlar arasındaki hareket serbestisinin engellenmesi sonucunda ortaya çıkar. Ancak bireyin tek bir alandan dışlanması diğer bütün alanlardan dışlanmasını da gerektirmez. Uzmanlaşma, bireylerin özgürlüğünü korur ve sosyal alanlar arasında geçişkenliğin var olduğu düşünülürse birey toplumun her alanından dışlanmaz. Burada liberal devletin en önemli görevi, piyasa rekabeti ve bireysel hak ve özgürlüklerin korunmasıdır. Devletin sosyal nitelikleri zayıftır. Sadece istihdam edilen ve sigorta primlerini yatıran bireyler için hizmet vardır.
Her ne sebeple olursa olsun emek piyasalarının dışında kalan kimseler için yapılacak pek bir şey yoktur. Bir bakıma dışlanmış olmak insanların kendi tercihidir. Neo-klasik ve liberal iktisadi teori zaten işsizliği gönüllü olarak kabul eder, yapısal sorunlardan bahsetmez. Suçlu yeterince düşük ücretler altında çalışmayı kabul etmeyen bireylerdir yoksa toplumda herkese iş vardır ve ekonomi tam istihdam altında çalışır. Uzmanlaşma, Amerika’daki toplumsal düzeni yansıtır ve daha çok zencileri, göçmenleri, uyuşturucu bağımlılarını sınıf altı olarak görür. Ancak Başkan Clinton, 96 seçimleri öncesinde artık bir dışlanan sınıfın varlığından bahsetmiştir. Bu paradigma, Locke ve faydacı iktisat okulundan etkilenmiştir.
3-Tekel: Sosyal dışlanma, grup tekelciliğinin sonucunda ortaya çıkar. Daha çok Weber ve Marx’tan faydalanılır. Sosyal düzen, hiyerarşik güç ilişkileri ile topluma empoze edilmiştir. Sosyal dışlanma, sınıf, statü ve siyasi gücün etkileşimi sonucu ortaya çıkar ve Sosyal dışlanma, sınıf, statü ve siyasi gücün etkileşimi sonucu ortaya çıkar ve dışlanmışlara karşı içeridekiler kendini korur. Weber, baskın olmanın kaynağının potansiyel olarak sosyal sınıftan bağımsız olduğunu söyler. Oysa Ortodoks Marksizmde sınıf dayanışması önemlidir. Sınıfa dayalı toplumlarda potansiyel bir toplumsal entegrasyonun var olabileceğini reddeder. T. Marshall ise sosyal demokrat içerici politikalarla uzlaşmanın sağlanabileceğini öne sürer. Weber, statü grupları teorisinde, statü grupları güç ilişkileri yoluyla kendilerine ait bir yaşam tarzı geliştirirler ve büyük bir mağrurluk içersindedirler. Statünün getirdiği bir bilinç ve davranış kalıbı vardır. Sosyal statü grupları değerli kaynaklara ulaşma konusunda mülkiyeti olmayanları dışarıda bırakabilirler. Bu grupların kapalılığı, sosyal tekel ve eşitsizlik yaratıyorsa o zaman sosyal sınıflar her zaman statü grupları değildir. Örneğin fakir olan bir işçi sınıfının böyle bir statüye sahip olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Sosyal kapanma, eğer statü sahibi gruplar diğer insanları avantajlar elde etmek konusunda yetersiz görüyor ve fırsatları kapatıyorsa aktif demektir. Irk, dil, orijin, din, mezhep, diploma sahibi olmama dışarıda bırakmak için bir sebep olabilir. İçeridekiler ortak bir kimliği paylaşır ve dışlanmayı meşru kılarlar. Dışlanma, tepkiye yol açabilir ancak belli bir grup içeri alındıktan sonra bu grup yeniden sınırlar çizerek kendilerinden daha güçsüz olanları dışlayabilirler.Bu Parkin’in ‘dual closure’ kavramıdır. Dışlananlar genellikle baskı altında tutulur ve ayaklanmaları ve bilinçlenmeleri engellenir. Burada statü grupları içerisinde eşitlik vardır. Bu paradigma daha çok ‘üçüncü yol’ olarak tabir edilen yeni sosyal demokrat görüşe temel oluşturur. Sosyal haklar ve vatandaşlık kavramı önemlidir. Her ne kadar liberal iktisadi düzenin işleyiş kuralları kabul edilse de, devletin sosyal refahı sağlamak konusunda aktif politikalar geliştirmesi gerektiğini öne süren sosyal demokrat anlayışta bu görüş, önemli bir yere sahiptir.
IV- Eleştirel yaklaşımlar ve sonuç
Yukarıdaki paradigmalardan birini seçmek onu oluşturan teorik altyapıyı kabul etmek anlamına geldiğinden burada en büyük sıkıntı dar bir kategorileştirme olması ve bu sınırların çeşitli sosyolojik ve iktisadi ana-akım kuramlar vasıtasıyla çizilmiş olmasıdır. Her ülkede sosyal dışlanma süreci farklı tezahür eder ve her toplumun kendine ait özgün bir yapısı vardır. Ayrıca düşünsel anlamda toplumları etkileyen akımlar her yerde aynı değildir. Endüstrileşmiş ve zengin olarak kabul edilen ülkeler arasında dahi büyük farklar vardır. Amerika ve İngiltere arasında, Fransa ve bunlar arasında ayrıca Kıta Avrupa’sında bile ülkeler arasında pek çok farklılık olduğu gibi devletlerin sosyal konulara yaklaşımı ve uygulamaları konusunda da büyük benzerlikler olduğundan söz etmek mümkün değil gibi gözüküyor. Almanya, İtalya ve İspanya sosyal açıdan farklı özellikler taşımış, demokrasi ve yurttaşlık kültürünün gelişimi farklı evreler göstermiş ve otoriter yada faşist rejimlerin iktidarda kalmasına olanak sağlamıştır. Bu ülkelerin içinde bile sosyal entegrasyon, dayanışma, refah devleti gibi kavramların gelişmesi farklı patikalar izlemiştir. Bunun ötesinde yoksulluğu dışlanmanın en önemli ölçütü olarak alsak bile az gelişmiş ülkelerde, gelişmekte olan ülkelerde ve gelişmiş olan ülkelerde buna sebep olan nedenler çok çeşitlidir. Özellikle Sen’in üstünde durduğu kavram gelirden yoksunluktan daha çok toplumda refah getiren kaynaklara toplumun yoksul olan kesimlerinin ulaşamamasıdır. Bu bakımdan dışlanmışlar, yeteneklerden yoksun oldukları için hak talep edememekte ve yetersiz oldukları için eşitsiz bir durumun içinde kendilerini bulmakta ve temel gereksinmelerini karşılamak konusunda özgürlükleri kısıtlanmış olmaktadır. Bu kısıtlamanın var olması mutlaka totaliter, despot ve dikta bir rejim gerektirmez. İnsanların kanun önünde eşit oldukları bir toplumda dahi yeterli olmadıkları için temel gereksinmelerini karşılamaktan uzak olduğu durumlar görülebilir, hatta görülmektedir.
Yukarıda bahsedilen üç paradigmaya yeni unsurlar katılarak yeni kuramsal yaklaşımların da getirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Hristiyan demokrat görüş ve cumhuriyetçi ideolojinin birleşmesi buna örnek verilebilir. Burada liberal görüşteki birey yerine kişi, sosyalizmdeki kolektif düşünce yerine çoğulculuk vardır. Ayrıca dayanışmacı ve cumhuriyetçi ideolojiler etrafında kamusal merkezi kontrol mekanizmalarını benimseyerek arabulucu kurumlar yoluyla toplumsal uzlaşmanın sağlanabileceğini ve bu konuda devlete önemli işler düştüğünü söyleyen organik devletçiler vardır(organic statism).
Ampirik çalışmalar yapılırken genellikle dışlanma riski bulunan yada dışlandığı düşünülen; işsizler, niteliksiz emekçiler, fakirler, topraksızlar, okuma-yazma bilmeyenler, engelliler, bağımlılar, suçlular, tek ebeveynli aileler, çocuklar, diplomasız gençler, kadınlar, göçmenler, mülteciler, dinsel ırksal azınlıklar üzerinde durulur. Ancak burada çok değişik sorular akla gelmektedir. Burada dışlanıldığı düşünülen gruplar acaba bir zamanlar içerideyken sonradan mı dışlandılar?. Yoksa sürekli dışarıdaydılar ama içeri girmeye mi çalışıyorlar?. Onun ötesinde yoksulluğun gerçekten büyük boyutlarda olduğu ve toplumun büyük bir kesiminin imkansızlıklar içinde yaşadığı Afrika, Asya ve güney Amerika’daki çeşitli ülkelerde yoksulluk herkesin içinde bulunduğu bir durum olarak görülmektedir.Onun için bu ülkelerde yaşayan insanlar hemen herkes aynı durumda bulunduğundan belki kendilerini dışlanmış hissetmiyorlardır. Gelişmiş yada gelişmekte olan ülkelerde bireyler, içinde bulundukları toplumda var olan eşitsizlikleri görme imkanına sahip olduğu ve buna karşı çıkmak açısından yeterince bilince sahip oldukları için belki de bu ülkelerde dışlanmış olarak görülen grupları katagorize etmek daha kolay olmaktadır.
Belki de dışlanmayı daha üst bir boyutta dünyadaki egemen olan sistemden ve bu sistemin dışında bırakılmak açısından da düşünmek mümkün olabilir. Küba ve benzeri devletlerin hatta Kuzey Kıbrıs’ın dahi siyasal olarak tanınmaması, ambargolar konulması yoluyla dünyada yer alan küresel etkileşimden dışlandıklarını söylemek gerçek dışı olmaz.
Bu bakımlardan düşünüldüğü zaman sosyal dışlanmayı 3 paradigma çevresinde şekillendirmeye çalışmak oldukça zor görülmektedir. Birçok ülkede siyasi iktidarlar değiştikçe iktidara yeni gelen partilerin benimsedikleri görüş sosyal politika alanında da çok etkili olmaktadır. Genellikle liberal iktidarlar, sosyal harcamaları azaltmak yoluna gitmekte ve dışlanmış olan grupları özellikle istihdam edilmeyenleri toplumsal ve mali bir yük olarak görmekte ve bunun için bunları sistemi tehdit eden unsurlar olarak nitelemektedir. Sosyal demokrat iktidarlar ise sosyal sorunlara, bunları yaratan nedenlere ve bunların ortadan kaldırılması için yapılması gereken politikalara daha çok nem vermekte ve daha ahlaki bir argümanla konuya yaklaşmaktadır. Burada cumhuriyet bir yönetim şekli olarak düşünülürse bu bakımdan ülkeleri sınıflandırmak çok zor olacaktır. Fransa, İran, ABD, Türkiye ve Almanya birer cumhuriyet olmasına rağmen birbirinden çok farklıdır. Ayrıca Durkheim ve dayanışma teorisine bağlı kalarak da karşılaştırma yapmak pek mümkün gözükmemektedir.
Kanımca her toplum birbirinden farklı siyasal, kültürel, iktisadi, düşünsel, hukuksal ve tarihsel verilere sahiptir. Her ülkede sıkıntı çeken ve kendini çeşitli bakımlardan dışlanmış hisseden gruplar vardır ancak bunlar sınıflandırılır ve araştırılırken yukarıda bahsi geçen farklılıklar göz önünde bulundurulmalıdır. Yeterince parası olan, işi olan ve statüye sahip bir entelektüel belki de yaşadığı toplumdan kendini soyutlanmış ve dışlanmış hissetmektedir. Bunun bile pek rahatlıkla mümkün olduğu düşünülürse öncelikle kimlerin hangi açıdan dışlandıkları ve bunun nasıl bir süreç olduğu ve buna sebep olan etmenlerin neler olduğu ve kişinin yada grupların bunu nasıl kabullendikleri ve beklentilerinin neler olduğu çok önemlidir. Ancak bu yolla farklı toplumlarda hangi kriterler ölçüsünde kimlerin nasıl dışlandıkları belirlendikten sonra toplumlar arasında karşılaştırmalar yapmak ve bunları kuramsal bir çerçevede genellemek daha doğru olacaktır.
____________________
Kaynakça:
Atkinson, Anthony; Marlier, Eric; Nolan, Brian(2004), “Indicators and Targets for Social Exclusion in the European Union”, JCMS, Vol:2, No:2, 47-75.
Berkel, R.; Moller, I. (eds). (2002) Active social policies in the EU: Inclusion through participation, The Policy Press, Bristol.
Byrne, David.(1999), Social Exclusion, Open University Press, Buckingham.
Cook, Joanne; Roche Maurice, Williams, Colin; Windebank, Jan(2001), The Evaluation of Active Welfare Policies as a Solution to Social Exclusion in Britain, Journal of European Area Studies, Vol:9, No:1, 13-26.
De Hann, Arjan(1999), Social Exclusion: Towards an Holistic Understanding of Deprivation ,
Estivill, Jordi.(2003), Concepts and Strategies for Combating Social Exclusion: An Overview, ILO, Geneva.
Fiquerido, Jose; de Hann, Arjan.(1998), Social Exclusion: An ILO Perspective, International Institute for Labour Studies, Research Series 111
Grant, Emma; Blue, Ilona; Harpham Tordy(2000), “Social Exclusion: A Review and Assessment of Its Relevance to Developing Countries” Journal of Developing Studies, 16(2), s:201-221.
Geyer, Robert,R. (2000), Exploring European Social Policy, Polity Press, UK.
Hantrais, L. (2000). Social policy in the European Union, Macmillan Press, London
Jordan, Bill. (1996), A theory of Poverty and Social Exclusion, Polity Press.
Peace, Robin.(2001), Social Exclusion: A Concept in Need of Definition”, Social Policy Journal of New Zeland, Issue:16, 17-36
Percy-Smith, Janie(2000), Policy Responses to Social Exclusion towards inclusion, Open University Press.
Rodgers, Gerry; Gore, Charles; Fiquerido, Jose(1995), Social Exclusion: Rhetoric, Reality, Responses, International Institute for Labour Studies.
Rocha, Sonia.(2001), Workfare Programmes in Brazil: An Evaluation of Their Performance, Internatonal Labour Office, Geneva.
Room, G.J (1999)., “Social Exclusion, solidarity and the challenge of globalization”, International Journal of Social Welfare, No:8, 166-174.
Sapancalı, Faruk.( 2003), Sosyal Dışlanma, DEÜ Yayınları, İzmir.
Saith, Ruhi.(2001), Social Exclusion: The Concept and Application to Developing Countries, University of Oxford, Queen Elizabeth House Working Papers Series, No:72
Silver, Hilary(1995), “Reconceptualizing social disadvantage: Three paradigms of Social Exclusion”, Social Exclusion: Rhetoric, Reality, Responses, ed:Gerry Rodgers vd, International Institute for Labour Studies, Geneva, 57-80.
Sen, Amartya.(2000), Social Exclusion: Concept, Application and Scrutiny, Asian Development Bank, Social Development Papers No:1.