“Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir”. Anayasamızın olmazsa olmaz, değişmez ve kilit değerdeki bu maddesi, devletin birbirinden ayrılmaz dört niteliğini belirtmiştir; biri olmazsa diğeri de anlamını yitirir. Onun için sosyal devlet dediğimiz zaman yalnızca tek bir boyuttan söz etmiyoruz; sosyal yardım gibi tek bir hizmet kalemiyle de bu maddenin gereklerini karşılama olanağımız yok.
“Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti”ne ulaşma ve onu sürdürebilmek amacıyla yapılan tüm çalışmalar da “sosyal politika” şemsiyesi altında toplanmıştır. Sosyal politika, eğitimden istihdama, çalışma ilişkilerinden sosyal güvenliğe, sağlıktan sosyal hizmetlere kadar bir çok bağımsız politikanın bileşkesidir. Ne yazık ki, küreselleşme aşamasına ulaşan ve dünyanın dengesini bozmaya kararlı olan kapitalizm, tekelci sermayedarlar dışında kalanlara tek tip hapishane giysisi giydirmekte kararlıdır. Böylece insan hakkı olarak kabul edilen ve herkese sunulması gereken “eğitimden istihdama, çalışma ilişkilerinden sosyal güvenliğe, sağlıktan sosyal hizmetlere kadar” sosyal devletin yapmakla yükümlü olduğu ne varsa hepsini söndürmekle kendini görevli saymaktadır.
Bunu yapabilmek için, kapitalizmin, çok eski ve ama hala bayatlamamış bir yöntemini kullanmaktadır: “Böl ve yönet”. İşte bugün sosyal devlet alanında bu oyun sahnelenmektedir; sosyal devletin aracı olan politikalar tek başlarına bırakılmakta (yalnızlaştırılmakta) ve sanki birbirleriyle ilişkileri yokmuşçasına yönetilmektedir.
“Böl ve Yönet”in, günümüzdeki en etkin uygulama araçlarından biri de “özelleştirme” ve “yerele devretme”dir. Böylece “tek tek bırakılmış” hizmetler de bin parça edilmektedir.
Sağlık hizmetlerinde “böl ve yönet” …
Sağlık hizmetlerinin, aşama aşama gittiği nokta, sosyal politikanın sağlık alanında bin parçaya bölündüğünün kanıtıdır. Önce, SSK’nın kendi hastanecilik ve hizmetlerini üretme işlevi yok edilmiştir. Sonra aile hekimliği adı altında “sözde pilot” uygulamayla, özelleştirme, aşama aşama yurt yüzeyine yayılmaktadır. Koruyucu hizmetler ve ekip çalışması, uzunca bir süredir sağlık ocaklarında da askıya alınmış olup; aile hekimliği uygulamasıyla iyice silinecektir. SSK, hizmet satın almalarıyla zaten 2004 öncesinde özelleştirilmekteydi. Ama hastaneleri elinden gidince, tümüyle hizmeti satın almaya başlamıştır. Parayı o verdiğine göre, ister Sağlık Bakanlığı hastanelerinden alır; ister özel hastanelerden, isterse yabancılardan.
1960’lı yıllar, Prof.Dr.Cahit Talas da Çalışma Bakanı olarak damgasını vurduğu, sosyal politika tarihimizin çok özel dönemlerinden biriydi. 1961 yılında kabul edilen Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası (6 Ocak 1961 tarih 224 sayılı), sağlığı, yalnızca hastalığın ve sakatlığın olmayışı değil; bedensel, ruhsal ve sosyal yönden iyilik hali olarak ele alıyordu (Fişek N.H., 1986). Bu insan hakları belgeleri ile de uyumluydu; gerçekten de, bu yasa, ülkemizde insan hakları sözcüğünün ilk kullanıldığı yasa olarak tarihteki yerini almıştır. Sağlığı, sosyal iyilik halinin bir parçası olarak ele alan yaklaşım, sosyal adaletten, sosyal kalkınmaya; eğitimde fırsat eşitliğinde, çalışma barışına kadar tüm konuları bir yumak içerisinde ele almak zorundaydı.
Bu geniş sosyal politika yelpazesini bireye indirebilmenin aracı olarak “sağlık ve sosyal” hizmet görülmüştür. Burada da ikinci bir yumak meydana gelmektedir; sosyal hekimlik politikaları olarak andığımız bu yumak, bu politika ögelerini tek tek bırakmamakta, bütünleştirmektedir. Onun içindir ki, 1963 yılında sosyal hizmet politikası, genel sağlık politikasının bir parçası olarak ele alınmıştı.
1982 yılı bir çok bakımdan önemlidir. Prof.Dr. Cahit Talas’ın büyük emekler verdiği “sosyal politika” bölümleri ile Prof.Dr.Nusret H.Fişek’in büyük emeklerle kurduğu Toplum Hekimliği Enstitüsü, adları içinde olmak üzere büyük bir başkalaşıma uğratılmışlardır. 1982 yılı sonbaharı, yalnızca akademik yaprak dökümünü değil, sosyal devlet kurumlarının da yaprak dökümünü yansıtmaktadır.
Sosyal hizmete gelince…
“Genel”i “yerel”e indirebilmenin, eşitsiz konumdaki kişi ve grupları yakalayabilmenin en önemli aracı olan sosyal hizmetler, ülkemizin kuruluş günlerine kadar dayanan geniş bir deneyimin üzerinde yükselmektedir.
Cumhuriyetin en önemli anıt kurumlarından biri “Çocuk Esirgeme Kurumu”dur. Kurtuluş Savaşı’nın en zor günlerinde, anasız babasız ve kimsesiz kalan çocukların korunması gereksinmesinden doğan (1921) bir toplum örgütü, zamanla çocuklara yönelik sosyal politikanın temel taşı olmuştu. Ne zamana kadar? 12 Eylül yönetiminin 1981-1983 yılları arasındaki müdahalesine kadar.
1963 yılında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na bağlı olarak Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü kurulduğunda bile, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun işlevi yadsınmamış ve “yapılacaksa devlet yapar” denilmemiştir. Bu Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri sürdürülen, dev gibi sorunlarda, devletin, toplumun yardımına başvurma geleneğinin sürdüğünün bir göstergesiydi.
1982 yılında, Cumhuriyet’in anıt kurumlarının devletleştirilmesi furyası başlatılmıştı. En temel insan haklarına ve Anayasal ilkelere aykırı olsa da, bir sivil toplum örgütü olan Çocuk Esirgeme Kurumu devletleştirilmiş ve SEHÇK adıyla Sağlık Bakanlığı’ndan bağımsız, tek başına bir genel müdürlük kurulmuştur. Sosyal politika ile bağı koparılmıştır. Kendi politikasını kendisinin üretmesi istenmiş; böylece dış etkilere karşı savunmasız bırakılmıştır.
Sosyal yardımlara gelince …
Bir çok kurum tarafından ve öteden beri sosyal yardımlar verilirdi. Sosyal sigortalar sisteminin kapsayıcılığında çıkan boşlukları örtbas etmek kadar, devlet için çalışanların ödüllendirme ve özendirme çabası da sosyal yardım politikasına yön verirdi.
Ama 1986 yılından sonra, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu (Fak-Fuk Fonu) uygulaması, küreselleşmenin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıktı. Artan yoksulluğu, sosyal yardımlarla hafifletme gereksinmesi, yine sosyal politikadan bağımsız bir kurumun doğmasına neden oldu. “Nakit para transferleri”, dünya çapında, Dünya Bankası politikalarının öyle ayrılmaz bir parçası oldu ki, sosyal yardımların hacmi de gitgide büyümeye başladı. Bunda, sosyal sigortalar sisteminin, hem norm-standartlarının düşürülmesi, hem kayıt dışı çalışma ile kapsamın daralması ve hem de işsizliğin artmasının belirleyici rolü oldu.
Sonuçta, 2002’de 1,4 milyar YTL olan sosyal yardım miktarı, 2006 yılında 5,7 milyar YTL’ye yükseldi. Böylece sosyal yardımların mali gelire oranı yüzde 0,45’ten yüzde 1,5’a çıktı (AKP Seçim Beyannamesi, 2007).
Bütün bunlar, Türkiye’nin kendi kendine yeten, yurttaşıyla barışık bir konuma erişmesini engelleme planının yansımalarıdır. Yurttaşıyla barışık olmayan yani sosyal politikanın yüceltilmediği toplumlarda, hem kar daha fazladır ve hem de rekabet kıyasıya yürümektedir. Türkiye’nin götürülmek istendiği nokta budur. AKP Seçim Beyannamesi’nde ve Hükumet Programı’nda söylenildiği gibi “insan odaklı” değil, “para-küre” odaklı bir yaklaşım söz konusudur.
Böyle bir ortamda ne sosyal yardımlaşma kalır, ne sosyal dayanışma… O zaman, ortada söz ve eylemin çeliştiği bir içtensizlik de söz konusudur. Bu kısır döngüden çıkabilmenin tek yolu, ithal reçetelerin yerine ulusal gereksinmelerimize uygun yol haritaları çizmek ve “kar” odaklı piyasacı mantığın yerine, sosyal politikaların yön verdiği bütünleştirilmiş hizmet modellerinin konulmasıdır. “Koşullu sosyal yardım”larla uyuşturulmuş bireyleri, iş yaşamına kazanarak rehabilite etmek en önemli hedef olarak konulmalıdır. Bunu başarabilmek için, soyut “işsizlikle mücadele stratejileri” yerine, somut “tam istihdam” hedefini koyup gereklerini yerine getirmeliyiz.